• DOLAR 32.377
  • EURO 34.964
  • ALTIN 2325.628
  • ...

Malumunuz ramazan ayına az kaldı. Ramazan ayı denince sadece akla oruç gelmiyor. Ayrıca İslam`ın 5 şartından biri olan zekât da geliyor. Zekât ibadeti konusunda millet olarak ciddi anlamda cehaletimiz var. Zekât ibadetini ifada zorlanıyoruz. Bu konuda neler yapılabilir diye biraz düşündük biraz da araştırma yaptık. Şu sonuçları sizlerle paylaşalım dedik.

Öncelikle şu hadis, çok dikkatimizi çekti. “Ferâiz ilmini öğrenmeye çalışınız! Bu ilmi gençlere öğretiniz. Ferâiz ilmi, din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey bu ilim olacaktır” Ferâiz, farz kelimesinin çoğulu olup, mirasta; vârislere tâyin olunan hisseler, paylar demektir.  İslam ümmetine Rabbul alemin miras hukukunu Kur`an-ı Kerim`de net bir şekilde izah etmiş. En detaylı anlatılan konulardan birisidir. Ama gelin görün ki Medeni Hukuk ile miras hukuku Batı`nın beşeri yasaları ile şekillendi. Ve bu konu unutuldu. Miras hukukunu zekât ile beraber anlatmamızın sebebi bu iki mesele de birbiri ile alakalıdır. Ve mirasta ilahi buyruklar göz önünde bulundurulmalıdır. Yoksa aile bireyleri arasında haksızlıklar, zulümler oluşur. Ki nitekim mirasta anlaşamayan nice kardeş birbirinin kanlısı olmuş, küsülüsü olmuş durumdadır.

Acaba diyorum miras bölünürken bütün varisler anayasa mahkemesine bireysel olarak başvursalar ve deseler ki: ‘Miras konusunda ben imanım gereği olarak devletimin bu konuda bana yardımcı olmasını istiyorum. Mirasımızı Allah`ın buyruklarına göre pay edin.` 

Bu talep gayet doğal bir talep değil mi? Bir Müslümanın inancına göre yaşamak istemesi insani değil midir? Allah`ın indirdiklerine topyekûn iman etmek ve uygulamayı istemek niçin suç olarak görülüyor?

İşte zekât meselesi de feraiz ile alakalıdır. Bu konuda net ayetler var. Bu işin de herkesten önce Diyanet işlerine ait bir yükümlülük olduğunu düşünüyorum. Gerek halkı gerekse devletimizi yönetenleri bu konuda bilgilendirmek ve Allah`ın ayetlerini hayata uyarlamak en başta Diyanete düşüyor. Çünkü ağır bir iştir. İslami STK`ların kaldıracağı bir yük değildir.

Şimdi zekât meselesine dönecek olursak öncelikle zekâtın Resulullahın kurduğu devlet tarafından toplandığını belirtelim. Allah resulü zekât memurları gönderiyor, halkın zekâtı belirleniyor ve tahsil edilip fakirlere pay ediliyordu. Hz. Ebubekir, Hz Ömer de bu uygulamayı aynen Allah resulü gibi devlet eliyle yaptılar. Hz. Osman herkesin zekât ibadetini bireysel olarak yapmasına yönelik hutbeyi okuyunca; halk kendi zekâtını kendi hesaplayıp vermeye başladı. Günümüz şartları düşünülecek olursa her birey kendi zekâtını kendi verecek. Burada İslami STK`ların halkımıza yardımcı olması gerekiyor. Çünkü halkımız zekât hesaplamasını bilmiyor. Bir de şehir hayatı fakiri kaybettiriyor. Fakirler tanınmıyor, görülmüyor. Zengin fakire ulaşmakta zorlanıyor. Bu vesile ile İslami anlamda yardım hizmetleri olan STK`lara üç aşamalı bir görev düşüyor:

1.    İslami STK`lar faaliyet gösterdiği şehirdeki bütün yetim, öksüz, dul, fakir, muhacir kişileri tespit edip kayıt altına almalıdır.

2.       Zekât hesaplamaları için hocalardan ziyade dindar muhasebeciler tespit edilmeli bu konuda muhasebecilere eğitim verilmelidir. Yani mal sahibinin zekâtını Kur`an ve Sünnete göre hesaplayacak muhasebecilere ihtiyaç var. Zor değil bir haftalık bir eğitim ile bu konuyu muhasebeciler çok iyi öğrenirler.

3.        Muhasebecilere zekât hesaplamasını öğrettikten sonra zenginlere bu farizayı hatırlatmak gereklidir. Bu konuda el ilanları, gazete ilanları, TV`lerde reklamlar verilerek hususun duyurulması gerekir. Zekâtını hesaplatan zengin, vereceği yeri varsa verir zaten. Yok, fakir arıyorsa tespit edilen ailelere ulaşması için yardımcı olunur.

Zekâtı veren, fakiri mutlu eden bu vesile ile Allah`ı razı eden bir millet olma dileği ile…