• DOLAR 32.567
  • EURO 34.711
  • ALTIN 2408.046
  • ...

İslam Kültür ve Medeniyeti Çok Hızlı Yayıldı

İslam; kendinden önceki semavi dinler olan Yahudilik ve Hristiyanlığın dünyevileştiği hatta yer yer beşeri-batıl din ve inançlarla bir orta yolda(!) uzlaştığı bir zeminde zuhur etti. İslam’ın gelmesi; beşeri, ekonomik, hukuki her alanda bir zaruretti.

İnsanları tevhit ile buluşturması gereken Yahudiler; ellerindeki kitaba rağmen, İsa Mesih(as)’le mücadele adına putperest Zerdüşt Pers valilerle uzlaşabiliyordu. Havarileri “itibarsızlaştırmak, şikâyet, eziyet, işkence ve infaz” etmek için batıl her inanç ile uzlaşabiliyorlardı. Öte yandan bunca eziyet görmüş Hristiyan toplumu da -mazisine rağmen-  kendisine yapılanların beterini, Müslümanlara reva görüyordu.  

Hülasa vahyin takipçileri; kendilerine inen vahyin tamamlayıcısı olan İslam ile uzlaşma hiç olmazsa bir orta yol bulma yerine gidip putperestlerle iş tutabiliyordu. Hal bu olunca da zulüm, cehalet ve inkârcılığın deryasına gark olan insanlık; yerdeki Tevhid Bayrağı’nı kaldıracak bir rehber, karanlığı aydınlatacak bir ışığı dört gözle bekliyordu. Beklemekle de kalmayıp arıyor, soruşturuyordu. Bunu Selman-ı Farisi’nin macerasında; Rahip Bahira’nın izahlarında, Yahudi, Hristiyan hatta müşriklerin çekişmelerinde birbirlerine karşı kullandıkları ikaz, ihtar ve tehditlerde görmek de mümkün. Yedinci yüzyıl başlarına (610) gelinceye kadar, “…yakında göreceksiniz, biri gelecek..” ifadesi, artık bir kurtuluş reçetesi, bir darb-ı mesel olmuştu.

610’daki ilk vahiden hemen sonra İslamiyet’in öğretileri, şirk ve cahiliye toplumunda çok hızlı yayıldı. Esasen Mekke şehir devletindeki şirk ve cahiliye toplumunun İslam’a karşı tutunamayacağı aşikârdı. Toplumu kontrol mekanizması, güç ve cahili adetler olunca; 622’deki hicretle Medine Şehir devletinin idaresini ele alan Hz. Peygamber, vefat ettiği 632 yılına kadar geçen sadece on yıllık bir süreçte Hicaz’ın anlam ifade eden bölgelerini rahatlıkla fethetmişti.

Bu alan kontrolü, dünya ile kıyaslandığında geniş bir yer ifade etmeyebilir ama sosyal, siyasi ve dini bakımdan sağlam temellere dayanıyordu. İnanmış olan en yakınını dahi katletmek için giden Ömer’in, Peygamber(as)’e suikast için giden Süraka’nın vahşi duygularını ıslah eden İslam masumiyeti; nüfuzlu aileleri, aşiretleri hatta devletleri de aynı şekilde çaresiz bırakıyor; Pers ve Bizans’ın saraylarını, kendine hayran bırakıyordu. 

Necaşi; “Cafer-i Tayyar’ı dinledikten sonra; kendine sığınan muhacirleri derdest etmeye gelen Müşriklere; “Vallahi, benim dinim ile bunların dini arasında pek fark yok..” demişti. Pers’in sütunları bile bu hakikate dayanamamıştı. Müşriklerin en zekisi; “Vallahi Muhammede’e inanırsanız, o sizi, imparatorluklara varis yapacak..” demişti. 

Yani mesele açık, akıbet belliydi ama yarasalar ışıktan kaçıyor, güneş balçıkla sıvanmaya çalışılıyordu. Yalancının mumuysa yatsıyı bile bulamıyor… sönüyordu. “Hakk gelmiş batıl zail olmuştu; zail olmaya da mahkûmdu zaten!”

Bu sağlam temeller üzerine oturan İslam, elbette savaşlar da yaptı ama bu savaşların tümü; “İslam’a yapılan saldırıları önlemek ve kurtuluş reçetesinin duyulmaması için her yolu deneyen zihniyet ve devletlere karşı” yapılmıştır. 

Böylece Raşidin Halifeler döneminde (632-661) döneminde Maveraunnehr ve Kafkaslara varan İslam devleti, 750 yılına kadar İber Yarımadası denen İspanya’yı fethetti. Yani İslam, ilk asrında, İber Yarımadası’ndan İndus Nehri’ne kadar olan bir coğrafyayım, burada yaşayan değişik kültür ve inançtaki milyonlarca halk kitlesini yönetimi altına almış, sevk ve idare edebilmişti.

Bütün bunlar; meşru hilafete; saltanat kisvesini giydiren, halk iradesini dayatmalarla te’dip eden, en nihayetinde de elinde Kerbela gibi kanayan dosyaları olan; imana gelmektense zımmiliğe razı ve ram olmuş halkları yeğleyen Emeviler’e rağmen başarılabilmişti. Tarih araştırmalarında, Emeviler devrinde fethedilen coğrafyalardaki Müslüman oranı %10 ile 30 civarındaydı. Bu oranın artması için de özel bir çaba ve ihtiyaç hissedilmiyordu.

Abbasiler devri (750), Emeviler’e göre daha hoşgörülüydü. Bu dönem, fethedilen coğrafyalardaki Müslümanlaşma oranı da astronomik olarak arttı, %70’leri, hatta kimi yerlerde %100’ü buluyordu. Türklerin İslamiyet’i kabulü gibi.. Dokuzuncu yüzyılda Sicilya, 1846’da Tiber nehrinden Ostra’ya gidildi, Roma yağmalanmıştı...

İslami bu Birinci Dalga; karşı dalga olan Haçlı Saldırısı ve Moğol İstilalarına kadar tüm hızıyla sürdü. Haçlılar, nihai hedeflerine varamadan tükendi; Moğollar ise işgal ettikleri o muazzam medeniyetin potasında erimek, değişip dönüşmekten kurtulamadılar.. vesselam. (Nas Işığında İslam’ın kritik ilkeleri devam inş.)

 

HİSSE:

1-Halk ayrışıyor.. ama el yamandır(!?)

Birileri(?) de bu hengâmede yangına körükle gidiyor.

Her ihaneti, hinliği yüz tecrübeyle yaşamış Anadolu halkı; bu denî zihniyeti pek bilir!

Kim mi?

Söylim mi? Bunlar “azınlıktır. Halk nezdinde yine bitenlerdir. Dökülmekte olan masum kanları yetersiz görenlerdir. Para, enflasyon, taneyle sebze meyve almak nedir bilmeyenler; savaş ve çatışma biterse rezil biteceklerdir” biline!

 

2-Dünya, çare arıyor..

Dünya; kriz, kaos, enflasyon ve tanımsız nice muzırrata çareler arıyor. Savaş, barış, uzlaşı, masa, kasa, orta yol bulmaya çalışıyor elin gâvurunda her şey masada!

Bizde iş ve dert başka! Mersin yerine tersine…

Müslüman ülkelerin ekseri de zaten kıt olan akıl, sermaye, vicdan, imkânlarını; daha yaman kıtlıklar için seferber ediyor. Hurraa..! Padişahım çok yaaşa!!

Xwedê merivan bêtarê bêtaran biparêze gidî yar yar!!! (Allah korusun…)

İşin kötüsü; mera ve çayırlarımızı emanet ettiğimiz etkili ve yetkililerin Câh-ı Makamlarının civarında; “dar günde yetişecek dest; yere namazgaha serecek bir post; acıyı diyecek bir dost...” da yok!