• DOLAR 32.502
  • EURO 34.595
  • ALTIN 2478.479
  • ...

  Batı toplumu ebetteki çökmüş; ama bu çöküşün kimi yaralarını sarabilecek maddi değerlere da sahiptir. İslam Milleti ise maddi anlamda zaten bir çöküş süreci içindeydi ama bu çöküşü engelleyecek manevi değerlerini de yitirmektedir. Garip ama doğru.

   Kilisenin ve ruhban sınıfının dine rağmen dayattığı cahiliyeyi, Reform ve Rönesans ve akabinde gelen aydınlanma süreciyle atlatan Hristiyan milleti, kapitalist sekülerizmin gayrimeşru çocukları olan “-izmlerin” esiri olduğu doğrudur; ama bu izmlerin (kapitalizm, komünizm, liberalizm, faşizm.) yanında yitirdiği kimi insani değerleri de kapitalizme rağmen oluşturabildi. İş ahlakı, doğruluk, liyakat bunlardan sadece bazılarıdır.

   Müslüman milletler ise özellikle son 150 yılda maddi ve manevi alanların tümünde geriledi. Tarih boyunca tüm toplumlar, maddi veya manevi alanların birinde mutlaka gerilemişlerdir. Bu gerileme sürecinde çöken bir alanın yıkımları, diri kalan diğer alanın imkân ve kabiliyetleriyle tamir edilmiştir; ama her iki alanda da değerlerini yitiren milletlerin ilahi sınavının pek kolay olmadığını da biliyoruz. Helak olan kavim ve milletler bunlardandır.

   İslam milletleri için helak olmuş kavimler misal olmasa da İslam milletlerinin halihazırdaki durumunun, kurtuluşa yakın olmadığını da -ağzım kurusun- diyebiliriz kanaatindeyim.

   Bütün bu dediklerim için elle tutulur delillerimin olması gerektiğinin de farkındayım. İman, izan, vicdan ve tüm kazanımlarımla bakıyor, görüyor ve diyorum ki:

   İslam toplumu, Selçukluların son döneminde; Doğuda ise Moğol İstilasınının ağır sillesini yediğinde, Batıdan da Roma/Bizans tehdidinin kıskacındaydı. Yani devlet denen yapının güç ve imkanlarından mahrumdu. Böyle bir durumda, halkın asimile olması, değerlerini yitirmesi, ahlaki çöküntü yaşanması pekâlâ beklenebilirdi ama olmamıştır! Peki ama neden?

   Şahsen Anadolu Erenleri ve bunların çevresinde şekillenen ilim ve irfan kurumları, özellikle de medreseler, yeni bir diriliş hatta direnişin adresi olabilmişlerdir. Aynı yapılar; halkın heba olmasını önledi, tekrar bir araya gelerek yeni yapılar, daha sağlam birlikler oluşabildi.

   Devletin olmadığı Anadolu’da, kök salan Anadolu Mimarları, Moğollara teslim olmuş bir devlet yapısından daha fazla, umutları tükenmekte olan halka bir yaşama sevinci, bir diriliş ve direniş muştusu aşılayabilmişlerdir. Şeyh Edebali, Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Mevlâna, Endülüs’ten gelen Muhyiddin Arabi bunlardandır.

   Üzerinden Moğol İstilasının geçtiği bir Anadolu’da; Hamit Oğullarını, Candar Oğulları, Dulkadir Oğulları, Akkoyunları ve bütün bu tecrübelerden bir dünya devleti oluşturan Osman Oğulları işte bu mirasın ürünüdür. Benzer diriliş ve direnişler Asya ve Afrika’da da oluşmuştur.

   Bu diriliş ve direniş, insani değerlerini yitirmemiş olan İslam Milletlerinin emeklerinin sonucuydu. Bunlardaki iş ahlakı, doğruluk ve liyakat bilinçlerinin de günümüzden fevkalade ileri olduğunu ayrıca belirtmeye de gerek yoktur.

   İşte bugün, kaybettiğimiz nokta tam da burasıdır.

   Eğri oturup doğru konuşalım. İnanç yönünden çöken Batı toplumundaki iş ahlakı, doğruluk ve liyakat kültürü, bizimle kıyaslanmayacak kadar ileridir.

   Bediüzzaman’ın dediği gibi; “Onların işleri, bizim dinimiz kadar sağlam; bizim işlerimiz de onların (tahrif olmuş) dinleri gibi bozuktur.”

   Şu soruları insanlık onuru için sorup Allah için cevaplandıralım:

   Siyasi otoritelerin kirli emellerinde kullanmadıkları en kötüsü de züğürde çıkarmadıkları İslami camia ve cemaatlerin oranı nedir?

   İslami değerler üzerinden yol alan cemaat ve camialar, iktidarları ya da siyasi otoriteleri ayağına getirebiliyor mu?

   Ulema, dini otorite veya duayen diyebileceğimiz mana mimarlarımızın ne kadarı, veya kaçı, güç ve menfaat çevreleriyle aralarına mesafe koyabilmiş? Güç ve siyasi çevrelerin ne kadarı mana mimarlarımızın makamlarına, ayaklarına gitmeye hevesli.

   Müslümanım diyen veya kendini İslami bir camiaya nispet edenlerin “verdiği söz, aldıkları borç, yaptıkları işlerin…” ne kadarı sorunsuz olmuştur? Senet ve tapulara rağmen hak kaybına uğrayanların haberlerini hepimiz duymaktayız.

   Müslümanın “değerleriyle, dua ve gözyaşıyla” yol alan camialar özellikle de siyasi cevreler; sessiz çoğunluğun sesi, mazlumun umudu olabilmiş mi?

   Camia ve cemaatlerin; muhakkak ki vefakâr, fedakâr, bedel ödemiş ve ödeyecek olan onur ve izzet sahiplerinin “dua, gözyaşı ve emekleriyle” beka bulduğu bir hakikattir.  

   Her yapının içinde ve civarında; “mahir, fırsatçı keskinnişancılar” olur. Bunun yanında can ve malını ortaya koyduğu halde hakkı olanı dahi “isteyemeyen, istemeye utanan hatta istemeyi ar sayan” abidevi şahsiyetler de vardır. İşte bu iki sınıfın bizde bulduğu karşılık nedir?

   Piyasanın; “namazında niyazındaysa tamam; o demişse senete gerek yok; o hakem olursa itirazım olmaz..” dediği sınıfın yüzdesi kaçtır?

   Ümmeti yöneten lider ve hükümetlerdeki “şefkat, adalet, istişare; İslam’ın izzeti ve vardıkları İmanın lezzeti…” dereceleri nedir?

   Bütün bu soruların cevabı; Gaybi Yardımı hak edip etmediğimizin, Sahil-i Selamete çıkıp çıkmayacağımızın cevabı olacaktır.

   Bunları çoğaltabiliriz ama sözün bitiği icraatın zaman ve zeminindeyiz.

   “Pişmişin hâlini çiğ olan anlamaz. O halde söz kısa gerektir vesselâm!” (Mevlana) Weselam!