• DOLAR 32.316
  • EURO 35.131
  • ALTIN 2293.174
  • ...

12 Bölüm 81 maddeden oluşan “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, İstanbul’da imzaya açıldığı için “İstanbul sözleşmesi” diye anıldı.

Yürürlüğe girdikten sonra 2012’de de 6284 diye meşhur olan “Ailenin Korunması ve Kadına karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” yürürlüğe girdi. Bu kanunun 2. maddesinin a bendi, “İstanbul Sözleşmesi”ni esas alıyor. Türkçesi şu: İstanbul Sözleşmesi bu kanundan daha üstündür. Bu kanun ceza ve benzeri hususlarda kaynak olarak İstanbul sözleşmesinden beslenir. Dolayısıyla her ikisi bir bütündür.

Asıl meseleye gelelim: Şerh konulmadan, çekince belirtilmeden imzalanan bu sözleşme ile red eden veya çekince koyan Macaristan, Bulgaristan, Polonya, Ermenistan gibi ülkeler kadar halkımız ve değerlerimiz düşünülmedi mi?

Kutsal bir metin gibi savunulan bu sözleşmeyi en çok savunanlar “kadın şiddeti”ne karşı kazanılmış bir hak olduğundan dem vuruyorlar. Kadın şiddetini azaltıyormuş, bunun güvencesiymiş. "6284 ve İstanbul Sözleşmesi Yaşatır" diyen feminist yaklaşımların “kadınmeclisleri”nin yayınladığı istatistik veri tablosuna göre 2011’de 121 olan cinayet sayısı her yıl artmış. 210, 237… ve 2019’da 474 olmuş. Halbuki 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” 2012’de yürürlüğe girmişti. Kanun sırtını İstanbul sözleşmesine dayadığı halde neden bunca yıl kadın cinayetleri katlanarak arttı. Demek ki bu sözleşme ve kanun bu cinayetlerin çözümü değil.

Erdoğan, mevcut tesbit ve analizleri 2019’da Haliç Kongre merkezindeki bir iftarda STK’lar ile yaptığı istişarede “İstanbul Sözleşmesi nas değil. Bizim için için ölçü değil” dedi. Ümit verdi, cesaret verdi. Numan Kurtulmuş ise ““Sözleşmenin hem Türkçesini hem İngilizcesini okumuş, üzerine çalışmalar yapmış biri olarak söylüyorum; İstanbul Sözleşmesini imzalamamız büyük bir hata idi.” diye adeta Erdoğan’ı tasdik etti. Beklenti çıtası daha da yükseldi. Bu arada somut bir adım atılması beklenirken zamana yayarak unutturma politikasıyla iki yıl geçti. Hiçbir girişim/gelişme olmadı. Karşıt ataklar ve girişimler ise olabildiğince arttı. Yerel baskılar, kadın dernekleri, yedi renkliler, AB ve Konseyi en önemlisi Ak Parti başta olmak üzere sözleşmenin ve 6284 sayılı kanunun içimizdeki destekçileri iyi çalıştılar.

Sorun iyice safları belli edince Erdoğan bir açıklama yaptı: “"İnsani ve insan onurunu yücelten, aileyi merkeze alan, toplum dokumuza uygun, özgü metinler çıkarmaya ziyadesiyle sahip olduğumuza inanıyorum. Tercüme metinler yerine artık kendi çerçevemizi kendimiz belirlememiz gerekiyor."

Zahiren iyiye tevil edilse de konuşmanın bütününe bakıldığında birçok kimsenin ortak tesbiti olarak iyi “mavi boncuk” dağıttı. Emin olun sorun Dilipak’ı kınaması değildi. Sorun ortaya somut bir şey konulmamasıydı.

Ortaya konulacak bir şey olsa da adı “İstanbul Sözleşmesi” olmaktan çıkar, içeriği yine değerlerimizle çelişen ve aileyi parçalayan, erkek düşmanlığı üzerine bina edilen, adalet içermeyen bir metin olacak. Ümitler gittikçe köreliyor. Çünkü söz çok , iş yok.
Kadına şiddeti önlerken adaletten ayrılmayan, kocanın da hakkını koruyan, kadının her dediğinin kutsallaştırılmadığı bilakis delillendirildiği ve aile birliğini dağıtmayan yargıyı esas alan adil bir yaklaşım çözüm olmalı.

Bu yaklaşım için AB Konseyi’nin aklına ihtiyaç yok. İç dinamiklerimiz bunu kaldırabilecek güçtedir. En kısa zamanda Erdoğan, dediği çerçeveyi somut adımlarla pekiştirmezse kayıpları kazanımlarından çok olacak bir süreç yaşayacak. Mavi boncuk değil, adil bir yaklaşım lazım.