• DOLAR 32.602
  • EURO 34.814
  • ALTIN 2497.565
  • ...

Kuzey Kürdistan`da Müslümanların sahip oldukları potansiyel inkişaf etmiyor. Siyaset arenasında da aslında hak etmiş oldukları yerde değiller. Devasa bir potansiyel, sosyal hayata ve Kürtlerin folklorik unsurlarına damgasını vurduğu halde, siyasal anlamda etkin bir aktör konumunda değiller. Sahip oldukları insan kaynaklarına bakıldığı zaman, Kürdistan`ın etkin aktörü İslami hassasiyete sahip Müslümanlar olmalıydı. Fakat çeşitli nedenlerden dolayı Müslümanlar,  olmaları gereken zirvenin çok uzağına düşmüşlerdir. İslami ve tarihi sorumluluk bakımından edilgen bir konumda olmaya ve başka aktörlerin ortaya koymuş oldukları siyasete razı olmak yerine, İslami ve tarihi sorumluluklarına talip olmalıdırlar. Özellikle tarikat ve tasavvuf ehli Müslümanlar, şu çok hassas dönemde misyonlarını, söylemlerini, tavır ve duruşlarını yeniden gözden geçirmek durumundadırlar. Tarikat ve tasavvufun mistik bir daireye hapsedilmesi yerine, toplumsal değişimin ve dönüşümün Rabbani bir mecrada gerçekleşmesi  ve zulme karşı mazlumların sığınağı olma hususunda, misyonunu icra etmelidir. Tarikat ve marifet, şeriat dairesi içerisinde yeniden reforme edilmelidir. Tarikat ve marifetin makbul olanı, şeriat temelleri üzerinde yükselenidir. Bu hakikat, Abdulkadir Geylani  Hazretleri ve İmam Rabbani Hazretleri tarafından net bir şekilde ortaya konulmuştur. Bu hakikat, tasavvuf mektebinin yol haritasıdır. Tarikat ve tasavvuf kurumları, toplumun ıslahı noktasında tarih boyunca önemli vazifeler icra etmiştir. Bu vazife icra edilirken, başta siyasi baskılar olmak üzere çeşitli nedenlerden dolayı tarikat ve tasavvuf ile alakası olmayan yozlaşmış unsurlar, bu nadide mektebin kurumsal yapısına bulaşmış ve gerçek misyonu örten bir perde halini almıştır. Ya tamamen siyaset terk edilmiş veya müntesip kitlesi çeşitli kaygılarla,  İslami hedeflerle ilgisi olmayan partilere yönlendirilmiştir. Tarikatlerin potansiyeli, düzen partileri tarafından arka bahçe ve oy potansiyeli olarak görülmüştür.

Oysaki başta 20. Yüzyıl olmak üzere, tarihte tarikat ekolü, başta emperyalistler olmak üzere, zalimlere, İslam ve insanlık düşmanlarına karşı kıyam barağını yükseltmişlerdir. Tarikat ve tasavvuf, ya bu kıyam hareketlerinin yatağı olmuş ya da bizatihi tarikat şeyhleri kıyam önderleri olmuş ve tarihi misyonlarını ifa etmişlerdir. Özellikle İslami kesimin şahsiyetleri üzerinde ittifak halinde olduğu ve şahsiyetleri birer mektebe dönüşmüş olan şeyhler, tasavvufa devrimci bir kimlik kazandırmışlardır. Zulme ve küfre karşı kitleleri pasifize etmek yerine, cihat ve kıyam felsefesi ile müritlerini İslam`ın bekçileri haline getirmişlerdir. Ehli tarikat nezdinde büyük ehemmiyet atfedilen sünnetin, Resulullah`ın siretinin tüm boyutları ile hayata aktarılması; sadece nefsi tezkiye değil, aynı zamanda toplumsal sorumlulukların ifası noktasında da sünnete müracaat etme felsefesinden mülhem bu yaklaşım, İslam dünyası için bir soluk olmuştur. Fetih ve kıyamların birçoğunun arkasında tasavvufi bir rol vardır. Kafkaslarda zalimlere ve kâfirlere başkaldıran ve Kafkas halkına öncülük eden Şeyh Şamil`in bir tarikat şeyhi olduğu unutulmamalıdır.  Yaşamış olduğumuz topraklarda zulme karşı başkaldıran ve kıyam eden Şeyh Said de bir tasavvuf şeyhi idi. Yine İtalyan emperyalizmine karşı ümmet adına direniş bayrağını yükselten Ömer Muhtar sufi gelenekten gelmiştir. Tasavvuf ve tarikat, kitlelerin fikirlerinin  iğdiş edildiği, sinirlerinin alındığı kurumlar değildir,  olmamalıdır.

Ortadoğu bir yangın yerine dönmüş iken, zalimlerin zulmü ortalığı kasıp kavururken, olaylara bigâne kalmak, tasavvufi bir yaklaşım değildir. Tarikat ve marifet, şeriat dairesinde ise asli kimliğine sahiptir demektir. Şeriatın en iyi tatbikatının örneği ise, Peygamberimizin şahsiyetidir. Peygamber, sadece bireysel itikat ve ameller ile yetinmemiş, tam tersine hayatının son demine kadar toplumsal sorumluluklarının ifası çerçevesinde hareket etmiştir. Böylelikle bu dinin nasıl yaşanması gerektiği konusunda bize ölümsüz bir perspektif sunmuştur. Sünneti seniyye tek bir boyutu ile yaşanıp bunun İslam`ın tamamı olarak insanlara takdim edilmesi, suya sabuna dokunmayan ve boynuna uzanan zulmün kılıcına teslim olan bir felsefe pratiği yerine; sünnetin, hayatın tamamına yayılmış olduğu bir pratik ortaya koymak lazımdır. Elbette misvak ve sarık önemlidir; ama Müslüman kadınların ve çocukların kanı, İslam`ın hürmeti ve izzeti misvaktan daha değersiz değildir. Furuata yönelip usulü terk etmek veya görmemezlikten gelmek büyük bir yanılgı olur. Sahip olduğumuz devasa potansiyele rağmen, İslam düşmanları gözümüzün önünde İslam`ın hürmetini talan ediyorsa, insanlarımızı katlediyorsa, bütün bu cürümlere sessiz kalmanın İslami literatürdeki karşılığı “dilsiz şeytan”dır. “ Ey Müslümanlar”, diye feryat edilen bir yerde, tüm Müslümanlar sorumluluk altına girer. Böyle bir feryadın arşı titrettiği bir zamanda  “devenin kulağındaki nohutu” oynarsak, bunu vebali çetin olur. Hiçbir şey olmamış gibi körleri ve sağırları oynamamız, zulmün hakikatini ortadan kaldırmıyor. Bu gün oluşturulacak kurumlarla ve ortaya konulacak ciddi stratejilerle topraklarımızdaki sürecin aktörleri haline gelmeliyiz. Şeyh Şamillerin, Şeyh Saitlerin, Ömer Muhtarların, İmam Rabbanilerin ve diğer kıyam önderleri meşayihlerin mektepleri ve kıyam felsefeleri yeniden ihya edilmelidir. Kürdistan`da toplumsal dönüşümün aktörleri bizler olmalıyız. Müslüman halkımızın temsilcileri olduğumuzu, oluşturacağımız kurumlar ve strateji ile herkese öğretmeliyiz. Artık kolları sıvamanın ve zor talip olmanın zamanı gelmiştir ve geçmek üzeredir.

Ayrıca tüm İslami kesimler, konjöktör denilen omurgasızlığı hayat felsefesi ve siyasi strateji yapmak yerine, ilkeler üzerinden hareket etmelidir. İlkelerimizi, konjöktöre tercih ettiğimiz gün, bu ümmetin aziz olacağı gündür.