• DOLAR 32.575
  • EURO 34.935
  • ALTIN 2426.238
  • ...

Dolar düşünce halkın beklentisi “fahiş zamların” kısmen de olsa geri alınması idi.

Öyle ya 18 liradan 12 liraya kadar gerileyen dolar kuru, zamları doların yükselişine bağlayan “fırsatçıların” geri adım atmasına, en azından yüzde 35-40’lara varacak bir indirime gitmelerine neden olmalıydı.

Beklenti bu yöndeydi.

Nitekim hükümet cenahı da “doları indirmiş olmanın” havasıyla esip gürlüyor, indirim yapmayanların tepesine bineceklerini söylüyordu.

Ama o da ne?...

Dolar 11’e kadar düştü ve 13’lere demir attı gibi; ama akaryakıt fiyatları basamakları seri bir şekilde atlayarak yükseldi ve zam ortalama olarak yüzde 60’lara 70’lere kadar vardı.

Hemen her tüketim maddesi için nakliye gerektiği ve nakliye bedeli de “fahiş oranda” arttığı için bırakın indirimi, kamuoyu kendini yeni zamlar için hazırlamaya başladı.

Hükümet cenahından pek ses yok!

“İndirim yapmayanın tepesine bineceğiz” sözleri unutulduğu gibi kimse artık “fahiş zam” gibi bir şeyden de söz etmiyor.

Neden mi?

Elektrik ve akaryakıta yapılan “fahiş zamlar” için bu kez ne “dış güçleri” ne de içerideki spekülatörleri suçlayamayacaklardı. Hatta Enerji bakanı çıkıp “Bizde elektrik Avrupa’dan ucuz” dedi. Tabii bunun manası “biraz daha çıkabiliriz” demek oluyor.

Şimdi soru şu:

“Fahiş zamları” yapan hükümetse, kim hesap soracak ya da tabiri caizse hükümetin tepesine kim binecek?

Elbette akaryakıttaki yükselişin dünyada artan petrol fiyatlarıyla bir alakası var; ama siz “her şeyi etkileyen” nakliye ücretlerine rağmen benzin ve motorine “Özel Tüketim Vergisi” eklerseniz enflasyonu da artırmış olursunuz, milleti “fahiş fiyat artışlarıyla” da yüz yüze getirmiş olursunuz.

 

ÜLKE ZARAR GÖRMESİN DİYE

İktidar partileri, ekonomik rant bölüşümünden dolayı pek bir tartışma yaşamazken son dönemlerde muhalefet içerisinde aykırı sesler yükseliyor.

Belediyelerde CHP yönetimleri hem istihdam hem de rant paylaşımında İYİ Parti’yi de HDP’yi de hatta yer yer Saadet partisini de memnun etmek zorunda.

Pasta yeterince büyük olmayınca da paylaşımda sıkıntılar oluyor.

Bunlar yetmezmiş gibi bir de son zamanlarda “aday tartışmaları” yapılmaya, görüşmelerde “masada oturma” sıkıntıları ortaya çıkmaya başladı.

Büyükten küçüğe mi olsun, boy sırası mı olsun, derken, “alfabetik sıra” konusunda uzlaşıldı gibi.

Tabii ittifakın bazı “yeni” bileşenleri bu itirazların dillendirilmesine de kızıyor.

Mesela;

Gelecek Partisi Genel Başkanı Davutoğlu, "Kimin nereye oturacağı hiç önemli değil. Bu ülkenin menfaatine olacaksa ben en arka sırada, en kenarda oturmaya razıyım. Bu ülke zarar görmesin diye Başbakanlığı bırakmışım ben. Müsamere oynamıyoruz biz" dedi.

Ülke zarar görmesin diye başbakanlığı bırakmış…

Çok fedakarca, çok özverili bir konuşma, öyle değil mi?

Ama geçen 5-10 yılın siyasetini gözlemleyenlerin kafasında sorular var tabii.

Davutoğlu, gerçekten sözlerinde samimi mi, yoksa bir süre sonra dediklerini tevil etmeye mi başlıyor.

Bu konuda ben değil de bizatihi Ahmet Davutoğlu cevap versin.

Mayıs 2016’da Başbakan Davutoğlu, mecliste konuşuyor:

“Bizim derdimiz Türkiye'yi hedeflerine ulaştırmaktır. Biz bunun için bu yüce çatının altındayız. İnandığımız doğrulardan lekesiz, temiz siyasetten geri durmayacağız. Umudunu AK Parti'ye bağlayan milyonlar merak etmesin. Nefsimi ayaklar altına alırım, bir faninin terk etmeyeceği düşünülen her makamı elimin tersiyle iterim ama asla bu kutlu hareketteki hiçbir dava arkadaşımın kalbini kırmam.

AK Parti; hiçbir tartışmaya, hiçbir hesaba, makama kurban edilmeksizin korunacak en kıymetli hareketimizdir. AK Parti büyük bir davanın adıdır. Biz bu ülkeyi büyük bedeller ödeyerek kurduk. Biz bu ülkeye aşkla sadakatle bağlı bir kadroyuz.”

Tek tek kelime analizine girmeyeyim bu sefer. En iyisi her iki açıklamayı birer kez daha okuyun, eğer daha önceden yoksa sanırım bir kanaate sahip olacaksınız.

 

DAHA AÇIK NASIL SÖYLESİN?

Kürtçe seçmeli dersler konusunda ciddi bir gündem oluşmuş durumda.

Her ne kadar “Anadilde eğitim yok, sizi seçmeli derslerle kandırıyorlar” diyenler varsa da bunları kaale almadan Kürtçe seçmeli derslerin tercih edilmesi konusunda çaba harcayanlar var.

Kürtçenin gittikçe Kürt toplumunda bile kullanımdan kalktığı bir dönemde “seçmeli ders” olarak seçilmesi çağrısında bulunmak hiç de mantıksız değil.

Bunun dersini verecek öğretmenlerin olmayışı, alınan 15 bin öğretmen içerisinde sadece neredeyse hiç Kürtçe dersini verecek öğretmenin bulunmayışı, hükümetin bu konuda iyi niyetli olmadığını ve çözüm sürecinin “buzdolabına” konması gibi o dönem atılan iyi niyetli adımların da “bir adım bile” ileriye götürülmediği gerçeğinin farkındayız.

Her şeye rağmen bu bir kazanımdır ve kazanımı terk etmek yerine geliştirmeye çalışmak, bu olmazsa da geriye gitmesine engel olmak gerekir.

Bunun için ciddi biçimde uğraşanlar da var nitekim.

Siyasetçilere, özellikle de HDP’ye yönelik çağrılarda bulundular.

HÜDA PAR’ın bu konuda çok sayıda açıklaması olmasına rağmen ya karartıldı ya da görmezden gelindi.

PKK-HDP zihniyetinin ise aslında böyle bir dertlerinin olmadığını herkes biliyor.

Zorlamalar ve çağrılar üzerine Selahattin Demirtaş’tan bir açıklama gelince birileri “çocuklar gibi şen” oldu.

Şunları söyledi Demirtaş:

“Merhaba değerli gençler. Bildiğiniz gibi, seçmeli ders tercihleri 7 Şubat’a uzatıldı. Lütfen okullarda anadilinizi seçin.”

Oysa Demirtaş’ın, HDP’nin, PKK’nin Kürtçe ya da Kürt sorunu diye bir derdinin olmadığını şimdiye kadar herkes anlamalıydı.

Ne fırsatlar geçmişti ellerine oysa.

Bir tek örnekle konuyu netleştirelim:

Nisan 2013’te Taraf Gazetesinden Neşe Düzel’in sorusuna cevap verirken aynen şunları söylüyor Selahattin Demirtaş:

“BDP eşbaşkanı olarak açık söyleyeyim. Anayasada özerk Kürdistan deseler, Kürtçe anadilde eğitim serbesttir diye açıkça yazsalar ve bunun karşılığında da anayasanın bir maddesinde baskıcı-otoriter bir başkanlık sistemi yazsalar, biz o anayasaya evet demeyiz. Daha nasıl açık söyleyeyim ki!”

Evet, daha nasıl açık söylesin ki…