• DOLAR 32.506
  • EURO 34.752
  • ALTIN 2487.725
  • ...

Mersin Milli Eğitim Müdürlüğünün İskilipli Atıf Hoca’yı övdüğü, İslam alimi dediği gerekçesiyle bir Milli Eğitim personeline “kınama cezası” vermesi, Ziya Selçuk sonrası yaşanan garipliklerin son halkası olarak yorumlandı.

“Son halka” diyoruz, çünkü şimdiye kadar yaşananlar İslami hassasiyeti olan kesimleri oldukça rahatsız ediyor.

İlk ciddi kırılma Danıştay’ın verdiği “Andımız” kararı ve sonrasındaki tartışmalarda ortaya çıktı.

Ziya Selçuk, “Andımız” tartışmalarında son derece nötr bir görüntü vermesine rağmen ısrarlı sorulara şu cevabı verebilmişti: “Şu an durulan yer Cumhurbaşkanımızın çizdiği yerdir, biz de oradan bakıyoruz.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda oldukça netti. Erdoğan’ın “Bu metin bu ülkede, ezanı Türkçe okumak, okutmak isteyenlerin eseridir. Danıştay’ın bu kararı iyi niyetli değil” açıklaması bunu gösteriyordu. Erdoğan, “Tek andımız vardır o da İstiklal Marşıdır” demişti.

Peki, Ziya Selçuk gerçekten net miydi?

Şu haberin satır aralarına bakalım…

“Ziya Selçuk ile görüşen TGB Genel Yönetim Kurulu üyesi ve İstanbul İl Sekreteri Şafak Erdem, “Sayın Bakanımıza bizi dikkatle dinlediği için bir kez daha teşekkür ediyoruz. Gençliğin Andımız talebini saygıyla karşıladı. Gençliğin bu talebinin karşılıksız kalmayacağından eminiz. Türkiye Gençlik Birliği olarak Andımız’ın okullarda yeniden okutulması için çalışmalarımızı sürdüreceğiz.”

Cumhurbaşkanı ile aynı çizgide olan biri TGB’yi saygıyla dinlemez, ırkçı, ayrıştırıcı taleplere tepki gösterirdi.

Hayır, Ziya Selçuk konuya Cumhurbaşkanı ile aynı çizgiden bakmıyordu, aksine ulusalcı ve Kemalist tepkiler veriyordu.

Mesela Milli Eğitim Bakanlığı “Hukuk biriminin” Danıştay kararına karşı yaptıkları temyiz başvurusuna verilen tepki…

MEB avukatlarının Danıştay’a temyiz başvurusunda kullandıkları ifadeler son derece önemliydi.

“Andımız gibi uygulamalar, 1900’lü yılların ilk yarısında yaygın olarak kullanılan uygulamalardır. Gerek faşizm gerekse komünizm bu ve benzeri uygulamaları sıkça kullanmıştır. Askeri ağırlıklı rejimler bu tür uygulamaları temel almıştır.”

Faşizme yapılan vurgu özellikle önemliydi, çünkü benzer uygulamalar Musollini İtalya’sında ve Hitler Almanya’sında söz konusuydu ve o dönemin Kemalist yayın organı (Cumhuriyet Gazetesi) “Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya selam” manşeti atıyordu.

Temyiz dilekçesi önemli noktalara temas ediyor ve isabetli tespitlerde bulunuyordu.

"21. yüzyıl Türkiye’sinde 30’lu yılların ritüellerini benimsemek anakronik (çağdışı) bir yaklaşım olacaktır. Öğrencilerin her gün ‘papağan gibi’ tekrarlayacakları sözler yerine, konuşup tartışarak ve yaşayarak edinecekleri özellikler günümüz eğitiminin önemli bir kısmını oluşturmaktadır."

MEB’in bu temyiz dilekçesini hazırlayan avukatları bakanlık tarafından görevden alındı.

Ziya Selçuk açısından şaşırmadık; ama Cumhurbaşkanının sessizliğine kimse anlam veremedi.

Gelelim ikinci kırılmaya…

Erdoğan, Şubat 2012 tarihinde Kemalist zihniyeti eleştirirken şunları söylüyordu:

“Gencecik çocuklar sakal ve bıyıkları, kılık-kıyafetleri nedeniyle üniversite kapılarından geri çevrildi. Kurslar kapatıldı. Anne ve babalarının fotoğraflarına bakarak çocukları okul kapısından döndürdüler. Köy Enstitüsü’nde öğretmen, eğitmen formatladılar. Ellerine öğrenci verip, öğrenci formatladılar.”

Ziya Selçuk ise sosyal medya hesabından şunu paylaştı:

‘’Yaparak, yaşayarak güçlüklerle başa çıkmayı öğreten bir eğitim anlayışı sunan Köy Enstitüsü modeli her türlü siyasi tartışmanın dışında, ortaya koyduğu pedagojik yaklaşımla iz bırakmıştır. Kuruluşunun 80. yılında emeği geçenlere rahmet ve minnetle…’’

Memur Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, hiç oraya buraya çekmeden açıkça Ziya Selçuk’a cevap verdi:

“Üstad Necip Fazıl’ın “Anadolu çocuğunun ruh mezbahasıdır” diye nitelediği, amacın; ‘komünist anlayışın kurulması için girişilen bir hareket’ olduğunu kaydettiği ‘Köy Enstitüleri’ni göklere çıkarmak, methiyeler dizmek ve aşırı minnet duymak gibi bir ezikliğimiz olmadı/olmayacak.”

Eski MEB müsteşarı Yusuf Tekin’in paylaşımları da dikkate değer bir çelişkiyi ortaya koyması açısından önemliydi:

“Her yıl 17 Nisan geldiğinde, tepeden inmeci modernleştiricilerde Köy Enstitüsü sevdasını dillendirme modası ortaya çıkıyor. Bu sevdada olanlara sadece iki cümle, biri Köy Enstitülerinin kurucusu İ. H. Tonguç’un oğlu Engin Tonguç’un cümlesi: “Köy Enstitüleri sistemi, başlı başına ne bir okuma-yazma kampanyası, ne de köy kalkınması problemi, ne de bir öğretmen yetiştirme çabası, ne bir okul yapma girişimi idi. Temel amacı bakımından, tarih şartlarının hazırladığı bir imkândan yararlanarak iktidara katılıp elde edilen yürütme gücü ile emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi ve taktiği idi. Diğer örnek İnönü’nün Demokrat Parti kurulurken Bayar’a izin verme şartı olarak koyduğu “Köy Enstitüleri ile uğraşmayacaksın” şartı.”

1940’ların faşist dünyaya hayranlık duyan “Tek parti” yönetimince kurulan “Köy Enstitüleri”nin “Komünist propaganda merkezleri” haline gelmesi bir çelişki olarak görünebilir; ama zaten Kemalizmin “sağı solu belli olmayan” bir ideoloji olduğu göz ardı edilmemeli. “Tek Parti” çevresinde hem faşizme hayranlık besleyen Mahmut Esat’lar, Reşit Galip’ler, Yusuf Akçura’lar, Yunus Nadi’ler var hem de komünist “Kadro Dergisi” yazarları…

“Tek Parti” döneminde Türkçü görüşleriyle bilinen Nihal Atsız, “açık mektup” yayınlayarak, bazı isimlerle beraber Sabahattin Ali’nin Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Millî Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürmüş; ama Atsız öğretmenlikten alınmış ve hakkında dava açılmıştı.

Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin tek parti döneminde neler yaşadıkları, cezaevi süreçleri, kaçışları bugün artık sır olmayan konular.

Bu konuda herkes hemfikir.

Milliyetçi Muhafazakar kesim Köy Enstitülerine hep itiraz etmiştir ve bu kurumlar “komünist yuvası” tepkilerinden dolayı İnönü tarafından 1946’da askıya alınmış, nihayet Demokrat Parti döneminde 1954’te kapatılmışlar.

Peyami Safa, o dönemde şunları yazmış:

“Çocuklara Nazım Hikmet’in şiirlerini ezberleten, Marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de Marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitülerinin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen bir tek şuurlu Türk aydını yoktur...”

Ultra Türk ırkçısı Nihal Atsız, 1966’da şu cümleyi yazmış:

“Vaktiyle Çukurova’daki Köy enstitüsünde Türk bayrağı kanalizasyona atılmış, bu alçaklığı Köy Enstitülerine sızmış olan o bol sayıdaki Moskofçulardan birinin yaptığı yüzde yüz belli olmakla beraber suçlu bulunamamıştı.”

Demek ki ne imiş?

Milliyetçiler, muhafazakar dindarlar ve Türkçüler -hepsinin gerekçesi farklı da olsa- bu “Köy Enstitüleri” uygulamasına karşı imiş.

Sahip çıkanlar ise Marksistler, CHP’nin liberalleri, Kemalistleri, solcuları ile Perinçek’in ulusalcı solu ve kendine tek düşman olarak İslam’ı belirleyen neo Türkçüler.

Peki, Ziya Selçuk bunlardan hangisine yakın?

Kabine ilk açıklandığında siyasi kulisler onun “MHP kontenjanından” olduğunu dillendiriyordu.

Kanaatimce zihniyet olarak Kemalizme ve ulusalcı sola yakın ve yeni bir siyasi hareketlenme durumunda CHP ya da İYİ Parti’de yer edinmek isteyebilir.

Atadığı müdürler, İslami kesimde “mağdur, mazlum ve şehid” olarak kabul edilen İskilipli Atıf Hoca için “vatan haini” diyen Kemalistlerin diliyle konuşuyor.

Mersin İl Milli Eğitim Müdürlüğü, mahkemeye “kınama cezasının” gerekçesini açıklarken şu skandal ifadeleri kullandı:

“İstiklal mahkemelerince vatana ihanet suçlaması ile yargılanarak idam edilen İskilipli Atıf Hoca’ya “İslam Alimi” göndermesi yapılması nedeniyle toplumun bazı kesimleri tarafından dolaylı olarak Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine saygısızlık olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.”

Bir defa İstiklal mahkemeleri “Sanıkların idamına, tanıkların bilahare dinlenmesine” diyecek kadar hukuk ve adalet kriterlerinden yoksun zalim mahkemelerdir. Onların verdiği kararlar insaf, vicdan ve ahlak sahibi kimseler tarafından kabul edilmemektedir. İskilipli Atıf Hoca için savcı bile birkaç yıl ceza isterken mahkeme başkanı olan ve “Kel Ali” olarak bilinen Ali Çetinkaya ve yanındaki cellatlar, idam hükmü vermişlerdir.

İskilipli Atıf Hoca’ya “İslam Alimi” denmesi “Toplumun bazı kesimleri tarafından dolaylı olarak Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine saygısızlık olarak” değerlendiriliyormuş.

Kimmiş o toplumun bazı kesimleri?

“Atatürk tanrıdır, Nutuk son kutsal kitaptır” diyen klinik vakalar mı?

Çocukları Atatürk heykeli önünde secde ettiren neo putperestler mi?

Neyse…

Her şey ortada; ama Abdurrahman Dilipak’ın sosyal medyada paylaştığına göre İl Milli Eğitim asıl sorumlunun “Bakanlık müfettişi” olduğunu iddia ediyor.

Yani mesele yine Ziya Selçuk’a bağlanıyor.

Ve Selçuk bu konuda bir yalanlamada bulunmuyor.

 

Sanırım bu anlattıklarımızdan “Ziya Selçuk nereye yürüyor?” konusu az da olsa aydınlanmıştır.