Terör Çetesi ile iş birliği
İşgalci çete ile bölge ülkeleri arasında başlayan “normalleşme” süreci adım adım “belirlenen” hedeflere doğru ilerliyor.
Bu hedef de ABD ve Avrupa’nın ortak paradigması yani “israil’in güvenliği”dir.
Körfezde başlayan bu süreç kısa sürede Kuzey Afrika’nın bir kısmını da içine alacak şekilde genişletildi ve günümüzde Türkiye’yi de içine aldı.
Bu, bölgenin kimi ülkeleri için neredeyse 70 yıldır devam eden söylem-eylem çelişkisinin de sona ermesi anlamına geliyor. Artık söylemde küfredip eylemde iş birliği yapmanın zamanı geçti.
İşgalci çete ile önce ekonomik alanda yürütülen ilişkiler kısa sürede “güvenlik” alanında iş birliğine ya da daha açık bir ifade ile teslim olmaya dönüştü.
Daha önceleri çok sert bir dil kullanan Türkiye’nin Dışişleri Balanı Mevlut Çavuşoğlu, yeni konsepti ve dili hiç garipsemeden benimsedi ve terör çetesinin Dışişleri Bakanı Yair Lapid ile olan görüşmesinde 25 yıl önceki “Türk Dış Politikası” ile aynı yere geldiklerini şu net ifadelerle ortaya koydu: "Diplomatik temsil düzeyi büyükelçi seviyesine çıkarılacak. Güvenlik kurumlarımız yakın işbirliği içinde çalışmalarını sürdürüyor."
Baş döndürücü bir değişim öyle değil mi?
Bundan 10 ay kadar önce işgalci çetenin istihbarat örgütü olan MOSSAD’a karşı operasyon yapan ve büyük bir çeteyi çökerttiğini övünerek söyleyen Türkiye, şimdilerde “sivil kılıklı işgalcileri” koruma adına operasyonlar yapıyor ve çeteler çökerttiğini söylüyor.
Evet, doğru! İstihbarat, ülke içerisinde dış kaynaklı her türlü operasyon girişimine karşı önlem almak durumundadır, buna kimsenin diyeceği bir şey yok. Ama Dışişleri Bakanının, işgalci çetenin bakanı ile görüşürken bu konuyu gündem yapması, sorulan soruya karşılık “güvenlik kurumlarımız yakın işbirliği içinde” mesajını vermesi konunun “ulusal çıkarlar” bağlamından uzaklaşıp maalesef “israil’in güvenliği” noktasına doğru gittiğini göstermektedir.
Bu yeni bir paradigmadır ve artık dayatma olmadan da aktörleri yan yana getirebilecek bir noktaya gelmiştir.
Arap dünyasındaki kimi gelişmeler de maalesef bizi haklı çıkarmaktadır.
BAE’nin normalleşme adımlarıyla beraber hızla giriştiği ekonomik koordinasyon çabaları sonrası vardığı nokta artık aleni olarak “güvenliğini” terör çetesine teslim etmesidir.
Mevlut Çavuşoğlu’nun “Filistin hassasiyetimizi herkes biliyor” sözü ise sahnenin arkasındaki fonda eksik kalan görüntüyü tamamlamaktan başka bir anlam ifade etmiyor.
Mevcut işgal hükümeti, “yerleşimci terörü” ile cinayet, yıkım ve tahribata eskisinden daha yoğun bir şekilde devam ediyor. Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırı ve tahriklerin ardı arkası kesilmiyor. Çocuklar, kadınlar, gazeteciler vahşice katlediliyor. Böyle bir ortamda “Filistin hassasiyeti” ne anlama geliyor bilen var mı?
Aslında Türkiye’deki hükümet, ekonomik olarak sıkışmışlıktan kurtulmanın bir yolu olarak baktı attığı adımlara ve bu konuda Körfez’deki “eski düşmanlarından” da yardım aldı. Tüm bölgede değişen havanın da etkisiyle “denklemin kazananlarından” olmak için adımlar atmaya başladı.
Filistin’de yaşananlar ve işgalci çetenin cürümleri bu “kazananlar kulübünde” olmayı hayal eden ülkeler için artık pek bir şey ifade etmiyor. Hatta yeni Arap milliyetçiliğinde “Filistinlilerin Arap olmadığını” söyleyenler de “Filistin bize ayak bağı oluyor” diyenler de artık seslerini yükseltmeye başladı.
Arap NATO’sunun içerisine işgalci çeteyi de ekleyerek bir “Ortadoğu paktı” kurmaktan söz eden Arap gazetecilerin varlığına artık şaşırmıyoruz.
Körfez açısından işbirliği aleniyete döküldüğü için işgal topraklarındaki yönetim değişiklikleri bir şey ifade etmiyor. Ama hükümetin düşmesi ve Netanyahu’nun yeniden başbakan olması sonrası Türkiye’nin nasıl bir tavır belirleyeceği merak konusu.
İnsani değerlerin ulusal çıkarlara feda edildiği ibretlik bir dönemi yaşıyoruz.