Mazlum Kudüs (2)
Kudüs’ün “insanlığın ortak mirası” olmaktan çıkarılıp siyonizmin sembol şehrine dönüştürülme sürecinde ciddi bir planlama ve ince bir işçilik yapıldığını kabul etmek gerekir.
Adımlar atılırken gelecek tepkiler hesaba katıldı, yeterince beklendi, küresel hafızanın zayıflama süreci iyi takip edildi.
İslam dünyasında çatışma potansiyeli taşıyan ideolojik, mezhebi ve etnik damarların kabarması için fonlar devreye sokuldu.
Ve bu yapılanlar yıllara yayılarak sabırla beklendi.
Birçok insan Trump’un “yüzyılın ihaneti”ni bölgeye dayatmasının ve Kudüs’ün işgalci çete için “başkent” olarak kabul edilmesine verilen desteğin yeni bir strateji olduğunu zannediyor; ama öyle değil.
Bu süreç aslında 1948’den önce planlandı ve adım adım devreye sokuldu.
Her çatışma sonrası kurulan müzakere masası Siyonist çetenin kendini daha güçlü hissetmesine ve yeni adımlar atmasına zemin hazırladı.
Belli aralıklarla kanunlar değiştirildi, işgal ve ilhaka yeni zeminler kazandırıldı.
Mesela…
‘Siyonist işgal meclisi Knesset 27 Haziran 1967 tarihinde hükümet tarafından sunulan, 1948 tarihli yasama kanununda değişiklikler yapan bir kanun tasarısını kabul etti. Bu kanuna göre idare "İsrail topraklarında" herhangi bir bölümü sadece bir kararname ile ilhak edebiliyordu. Bundan bir gün sonra yani 28 Haziran 1967 tarihinde hükümet kanun hükmünde bir kararname çıkardı. İdarenin hükmü bundan böyle 70.000 dönümlük bir toprak parçası üzerinde geçerli olacaktı. Bu 70.000 dönüm içinde Kudüs'ün tamamı, Güney'de Sur Baher ve Beit Safafa'dan, Kuzey'de Matar ve Kalendya Kasabasına, Batı'da da birkaç yerleşim yerine uzanan geniş bir toprak parçası yer alıyordu.
Bu arada ek bazı maddelerle “Arapların da mülk satın alabileceği ve belediyeden izin alınması halinde inşaat yapabileceği” belirtildi; ama bu izinlerin verilmeyeceği gayrı resmi olarak karara bağlanmıştı.
1972'de kabul edilen bir kanunla bazı yeni kaideler getirildi. Yine aynı sene çıkartılan bir kanunla Araplara belediye seçimlerinde oy hakkı sağlanıyordu. Bu kanundan amaç, bir oldubittiyle ele geçirilen Kudüs şehrinin bu statüsünü Araplara yasal bir biçimde onaylattırmaktı.
Bu arada bölgenin zorla Yahudileştirilmesi çabaları devam ediyor ve Kudüs’ün izzetli evlatları büyük bir direniş sergiliyordu.
1973 ve 1976’da işgalci çeteler, kanunlarda yine değişiklikler yaptılar. Her adım bir sonrakini gölgede bırakacak bir şeytanlık ve sinsilik barındırıyordu.
İşgalcinin asıl büyük adımı 31 Temmuz 1980’de gelecekti.
Siyonist çetenin “kanun” dediği şey işgal ve ilhakın, sürgün ve cinayetlerin zeminine resmiyet kazandırmaktı.
Şu maddeler Knesset’te kabul edildi:
-Tamamıyla birleşmiş ve bütünlük arz eden Kudüs İsrail'in başkentidir.
-Kudüs, cumhurbaşkanının, Knesset'in, hükümet ve yüce divanın bulunduğu yerdir.
-İsrail kutsal yerleri, sebebi ne olursa olsun, her türlü kötülüğe ve saldırıya karşı koruyacak, çeşitli dinlere mensup müminlerin dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için her türlü önlemi alacaktır.
İşgalci çete, üçüncü maddede dediklerinin tam aksine, hem Müslümanların hem de Hıristiyanların kutsal kabul ettiği mekanlara karşı her türlü insanlık dışı adımı atmaktan çekinmedi.
Mabedleri yıktı, cinayetler işledi.
Gerek 1978’deki Camp David görüşmeleri gerekse de 1995’teki Oslo Anlaşması Siyonist işgalci için yeni işgal adımları atma imkanı sundu.
Tabii bu adımlar atılırken İslam dünyasında artan ve artık kendini aleni olarak gösteren işbirlikçi rejimlerin tutumu da, Vatikan’ın sessizliği de Avrupa’nın “Holokost esareti” de ibret vericidir.
İşgal altındaki topraklarda yaşayan Hıristiyanların feryatlarını bile ne Vatikan duydu ne de Avrupa!
Şehid Fethi Şikaki, “İslami hareket ve Kudüs” isimli eserinde şunları söyler:
“Filistin'deki Hristiyanların din adamlarından biri olan İlya Huri, 1984 yılının Ocak ayında Ürdün televizyonuna verdiği bir demecinde şöyle demiştir: "Bizler 14 asırlık tarihimiz boyunca Müslüman kardeşlerimizle birlikte Haçlı saldırılarına karşı direndik. Milli bütünlüğümüz zedelenmeksizin bu topraklar üzerinde hep beraber yaşadık. Çünkü İslam herkesin haklarını teminat altına alır."
Siyonistlerin adım adım ilhaka gidişinde Müslümanların durumunu ise şöyle özetliyor Şehid Fethi Şikaki:
“Müslümanlar Müslüman olmaktan daha çok Acem, Arap, Türk ve Berberiler'e dönüştü. Araplar, Arap olmaktan daha çok Suriyeliler, Lübnanlılar, Ürdünlüler, Iraklılar, Mısırlılar ve Filistinliler oldular. Artık insanları etnik köken ve dinlerine göre ayırmak daha kolay oldu.”
Evet, Müslümanlar yeniden “Müslüman olduklarında”, ümmet olduklarının farkına vardıklarında ancak mazlum Kudüs ve Mescid-i Aksa özgürleşebilir.
İşte Selahaddin Eyyubi’nin başardığı şey tam da buydu.