• DOLAR 32.328
  • EURO 35.151
  • ALTIN 2299.693
  • ...
SON DAKİKA

İnsanlık ilk insandan bu güne dek hak ile batılın, aydınlık ile karanlığın, tevhid ile şirkin, iyilik ile kötülüğün, iman ile küfrün mücadelesine şahit olagelmiştir. İnsanoğlu olduğu müddetçe de bu mücadele kıyamete kadar sürecektir. Bu mücadele ilk insan olan Hz. Adem ile iblis arasında başlamış, Habil ile Kabil arasında suret kazanmıştır. Tarih sayfalarını irdelediğimizde o günlerden gelen mücadelenin devamı niteliğindeki meşahirlerden onlarca mücadele misalleriyle karşılaşıyoruz. İman ve küfrün mücadelesinin adı bazen Hz. Musa ve Firavun mücadelesi olmuş, bazen Hz. İbrahim ile Nemrut mücadelesi olmuş, bazen Talut ile Calut mücadelesi olmuş, bazen de Hz. Muhammed salallahu aleyhi vesellem ile Ebu Cehil mücadelesi olmuştur. Hz. Adem aleyhisselam ile iblis arasında mücadele fitili tutuşturulduğundan beri işin hakikatinde mücadelenin muhtevası da nedeni de hakimiyet mücadelesi olmuştur. Hak ile batılın, tevazu ve kibrin, şuurun ve nefsin, müşriklerin ve muvahhitlerin veya özcesi Hizbullah’ın ve Hizbuşşeytanın hâkimiyet kavgası olarak süregelmiştir. Bundandır ki; Allah’ın insanlığa önder olarak seçtiği istisnasız tüm elçiler şirke karşı tevhidin, küfre karşı imanın, zulme karşı adaletin kavga ve mücadelesinde ömür tüketmişler. Tarih sayfalarını irdelediğimizde kimi bu kutlu dava için ödediği büyük bedellerin neticesinde serfiraz olmuş, yeryüzünde tevhid bayrağını dalgalandırmıştır. Kimi de bu uğurda şehit olmuştur.

İşte on dört asır önce de zaman ve zemin bu manada çok çetin bir kavgaya daha şahit olmuştu. Bu sefer, kavganın adı: Hz. Muhammed salallahu aleyhi vesellem ile Ebu Cehil kavgasıydı.

Muvahhitler için serdar, önder ve rehber olarak beşerin eşrefi tayin kılınmıştı ki asla ve kat’a hiç kimse O’nun tevhidî duruşuna halel getirecek bir hal, söylem ve eylemine şahit olmamıştır.

Salallahu aleyhi vesellem, nübüvvet öncesinde bile inanış anlamında şirk toplumuna karşı isyan bayrağı açtığı gibi sosyal, hukuki, ailevi ve ekonomik alanlarda da toplumun köhnemiş düzeninin aksine hareket ediyordu. Evet, ticarette yalan meziyetken o dürüst davranmış, içki su gibi içiliyorken içkiden fersah fersah uzak kalmış, güçlü olan haklı kabul edilirken O gencecik yaşında daha yirmili yaşlarda zalime karşı mazlumun hakkını savunan Hilfu’l-fudul’a katılmış, Mekke toplumu nefsinin köleliğinde kadının peşindeyken O ise gençliğinin baharında kendisinden on beş yaş büyük ve dul olan Hz. Hatice ile evlenmiş, müşrikler kız çocuklarını diri diri gömüp onlardan utanırken O ise Fatıma’sıyla şeref duyarcasına omuzuna alıp Mekke sokaklarında gezmiştir. Yani nübüvvetten önce de sonra da putlara değil, bir olan Allah’a kulluk etmiş. Zulmün karşısında Hakkın yanında yer almış; tevhidi duruşuyla adaleti, hikmeti, dürüstlüğü kuşanmıştır.

Tevhid Öğretmeni; davasını bırakmak için teklif edilen kadını, makamı, mülkü elinin tersiyle iterek “sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler de ben tevhid davasından asla ödün verecek değilim” diyerek tahtadan, taştan, çamurdan putlara kulluğu reddetmenin yanında tüm zamanların en moda çağdaş putları olan nisaya, kasaya ve masaya da kulluk edilmeyeceğini pratiğiyle tarihe yazmıştır.

Rabbim, tüm çağdaş putlara inat Tevhid Öğretmeni’nin izinde son nefesimizi vermeyi bize de nasip etsin, vesselam.