• DOLAR 32.593
  • EURO 34.879
  • ALTIN 2496.075
  • ...

24 Haziran 2018`deki seçim ile birlikte yeni bir sistemle tanıştık. Sayın Erdoğan başta olmak üzere, iktidarı ve muhalefetiyle kazanıp TBMM`ye giren herkesi tebrik ediyor ve yararlı işlerinde başarılar diliyoruz.

Seçim sürecinde kullanılan üslup da gösterdi ki, din, hala bu toplumun mayası, harcı ve çimentosudur. Dinin gücü ve dinin vazgeçilemez oluşu böyle bir şey olsa gerek. Bu, sadece İslam için değil, diğer dinler için de geçerlidir. Günlük yaşamlarını dinlerinin dışında yaşayanlar bile, herhangi bir nedenle dine yönelebiliyor veya dine sığınabiliyor yahut dinin bazı hükümlerini hayata geçirebiliyor.

Bunun en son örneğini 24 Haziran seçimlerinde gördük. Normal şartlar altında kendilerini Müslüman olarak tanımlayanlardan tutun da kendilerini Sosyalist, Kemalist, Laik, Milliyetçi ve Ulusalcı gibi kavramlarla tanımlayanlara kadar (ulusalcılıkla milliyetçilik arasındaki farkı da onlara sormalı) bütün siyasetçiler ihtiyaç duydukları ve-veya güç yetirebildikleri oranda İslam`ı da gündemlerine aldılar. Bu bağlamda “Allah`ın izni ve milletin de isteğiyle” sözü hemen hemen her siyasinin ortak parolası idi.

Bazı siyasiler de bazı dini vecibelerle gündeme geldiler. Örneğin, Sayın Muharrem İnce Cuma Namazı ile gündeme geldi. Bazılarının bunu dillerine dolamaları ahlaki değil idi. Dillerine dolayacaklarına, daha yapıcı eleştirilerde bulunabilirdi. Kaldı ki, hemen hemen bütün siyasiler seçim sürecinde bazı dini vecibeleri daha görünür bir şekilde ifa etmeye ve her zamankinden daha fazla dini söylem ve eylemlere özen gösterdiler. Oysa dini söylem ve eylemleri belli bir döneme hapsedenlere, “bugüne kadar neredeydiniz?” türünden suçlayıcı sorular yöneltmek yerine, hikmet ve güzel sözle uyarmak daha yararlı olur. Ama buna rağmen eğer ibadetleri istismar ediyorlarsa, o zaman da kendilerinden beri olmamız yetmez, toplumu da onların şerrinden korumamız gerekir. Tarih boyunca Müslümanlar için en tahrip edici olanları da, “Allah`ın adı ile aldatanlar” olduğunu da unutmamalıyız…

Olayları değerlendirirken eğer ölçümüz iman ettiğimiz din değil de evvela liderimiz, partimiz, şeyhimiz ve cemaatimiz olursa, sapmamız da kaçınılmazdır.

Nitekim bugün eğer inancımızın açık hükümlerle haram kıldığı bazı fiilleri işliyorsak veya işleyenlere ortak oluyorsak yahut kendimiz işlemediğimiz halde işleyenleri koruyorsak, sapmışız demektir. Söz dinden sapmaya gelmişken, burada biraz duralım. İslam, haddizatında güzel ahlaktır. Ama ne yazık ki toplumsal düzeyde Müslümanların gayrimüslimlerden daha ahlaklı olduğunu söyleyemiyoruz. Hatta İslam ülkeleri (Müslüman topluluklar) ile Batı ülkelerini (Hristiyan topluluklarını) evrensel ahlaki değerler çerçevesinde birbiriyle karşılaştırdığımızda, Avrupa`daki gayrimüslim devletlerin-toplulukların daha ahlaklı olduklarını görüyoruz. Anlayacağınız, yalan, iftira, hırsızlık, rüşvet, adam kayırma ve cinayet gibi fiiller hangi toplumda daha fazla ise, o toplum daha fazla ahlaksızdır!

Şimdi soruyu doğrudan soralım kendimize: Türkiye, Arabistan, İran, Mısır veya başka bir İslam ülkesi-Müslüman topluluk olarak Almanya, Avusturya, İngiltere veya Fransa gibi gayrimüslim bir ülke-topluluktan daha ahlaklı olduğumuzu söyleyebiliyor muyuz?

Elbette ki ekonomisi, teknolojisi ve refah düzeyi ile bizden daha ileri olan ülkelerle yarışmalıyız ve elbette ki 2023, 2053 ve 2071 gibi hedeflerimiz de olmalı. Fakat bu hedefleri gerçekleştirsek bile, eğer eylemlerimiz ile inancımız arasındaki tenakuzu, uyuşmazlığı ve zıtlığı en aza indirmediğimiz sürece insani bir hayat da yaşayabilir miyiz?

Bunu da inancımızın ilkelerinden olan “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak” ilkesini aramızda uyguladığımız ve gördüğümüz kötülükleri elimizle, dilimizle ve kalbimizle bertaraf etmeye çalıştığımız oranda gerçekleştirebileceğiz ancak.