Uludere ve sınır gerçeği
Uludere vakası, vuku bulduğu günden bu yana hep “hata” yönüyle konuşuldu. Vaka, tarihi gerçeklerden ve yapay ulusal sınırların yol açtığı sorun ve felaketlerden soyutlandı. Sınır niye var? Kaçakçılık nedir? Böyle ağır bir olayın merkezinde neden yine kaçakçılar var?
Yeteri kadar konuşulmadı; sorunun tarihsel arka planı yeteri kadar irdelenmedi.
Avrupa`nın vizesez hayatı bize tatlı bir düş gibi anlatılır. İngiltere`den çıkan birinin İtalya`ya kadar özgürce dolaşması, dolaşım hakkının engellere takılmaması bize bir rüya gibi gelir.
Bir zamanlar, Buhara`dan yola çıkan bir gezgin, bir alim, bir tüccar, kabilesinden ayrılan bir aile, rızık peşindeki bir demirci, bir usta, Mısır`a, Cezayir`e, Fas`a kadar gidebiliyor; Meşrikten Mağribe yol alabiliyordu. İmam Buharî, hadisleri böyle topladı, İbn-i Batuta dünyayı böyle gezdi; Müslüman tüccarlar Endonezya, Malezya odalarına böyle ulaştı.
Oysa Avrupa`da mezhep farkı, ulus farkı, bazen prens farkı, bir ülkeden diğerine adım atmayı imkansız kılıyordu. Buna kalkışan tespit edildiğinde “sınırları aştığından” canından oluyordu. Belki “sınırları aşmak” deyimi bile oradan geliyor. Masonların mimari ile ilişkisi de bu gerçeği anlatıyor: Avrupa`da “serbest dolaşım hakkı”, Batı`nın zenginleşme ve yapılaşma sürecinde sadece (çok değerli bir meslek haline gelen) inşaat ustalarına tanındığından Masonlar şeytani ağlarını kurup örgütlenmelerini tamamlamak için inşaat ustalığını meslek ediniyor.
Batı, daha da güçlenip ipler o usta Masonların eline geçince kendisini yüzyıllarca geri bırakan, iç çatışmalara, katliamlara sürükleyen ne kadar milliyetçi, mezhepçi, sınırlamacı, eziyet verici bela varsa hepsini başımıza sardı. Kendisini boğan ne kadar kalıp varsa onları bizim başımıza geçirdi. “Ulus devlet sınırları” da bu belanın eseridir.
Ulus devlet süreci başlayınca Türkiye, etrafını adeta demir ağlarla ördü. Yüzyıllarca “vatan” diye sabit bir yeri, “maddeyi” değil; “Darülislam” diye anılan manayı bilen Müslüman halk, bir anda kendisini sınırlarla çevrelenmiş buldu. Baba bir ülkede kaldı, oğul öteki ülkede... Kümes bir ülkede, tavuk öteki ülkede... Mera bir ülkede, sürü öteki ülkede... Bakkal bir ülkede, müşteri öteki ülkede... Ticarethâne bir ülkede, tüccar öteki ülkede...
Ve bundan “kaçakçılık” diye tanışık olmadığımız bir şey doğdu. Kimi zaman bir yük buğday taşıdı kaçakçılar; kimi zaman birkaç kilo çay, kimi zaman eğitimini Suriye`de Irak`ta tamamlayıp köye gelecek olan seydanın kitaplarını...
Bu uğurda mayınlı tarlalardan geçmeyi, operasyon alanlarına düşmeyi, çetelere haraç ödemeyi, “Alan da veren de mel`undur” hadisini bile bile hudut birliklerine rüşvet vermeyi göze aldı.
Uludere, o göze alışlardan bir göze alıştır. Yük eskiden tütündü, bugün sigara olmuş; çıraya konacak gazyağıydı, mazot olmuş, ne fark eder?
Biz, “ulus devlete” yabancıyız, hepimiz İslam iken aramızda sınır mı olur? Ne mirler ne padişahlar gördük, hiçbiri aramıza sınır koymadı, bu kalıbı başımıza geçirmedi. Batı`nın sınırları, sınırlamaları bize dar geliyor.
Ne çok adam gibi adam öldü, bu kalıbı kırıp o sınırları geçerken... “Seninle Suriye`ye inip ilmimi orada tamamlayayım” diyen 20`lik, gencecik feqiye “Hay başım gözüm üstüne, bize bu dünyadan kalacak olan odur, sana yardımım Sırat Köprüsü`nde bana passaport olur inşaallah” deyip o gencecik feqiyi, ilim talibini sınırdan geçirirken mayın tarlasında can veren nice adam...
Dünya değişti, vahşi Batı, hayal edilen topraklara dönüştü ama mayın tarlaları aramızda olduğu gibi duruyor. Bu teknoloji çağında sınırları halâ on binlerce asker ve “sayısı belirsiz” mayın koruyor.
Binlerce cana mezar olan Suriye sınırı mayınları bile olduğu gibi duruyor. Memleketin en verimli toprakları, Türkiye`nin NATO Konseptinin içine girmesinin hemen ardından mayın mezarlığına dönüştürüldü.
Batı işin içinde olmadan Türkiye, Suriye`ye ya da Suriye Türkiye`ye saldırabilir miydi? İkisi de birer ulus devlet, hatta “coğrafik ulus devlet” değil miydi? Öyleyse bu mayınlar neye yarıyordu? Bizim birbirimizden farklı olduğumuzu ve kendimizi birbirimizden korumak için Batı teknolojisine, Batı “emirkulluğuna” muhtaç olduğumuzu anlatmaktan başka ne iş görüyordu?
Bir zamanlar Refahyol hükümeti, temizleyeceğiz, dedi, hükümet gitti, mayın mezarlığı yerinde kaldı. Ak Parti`nin de en önemli hedefleri arasındaydı bu gayrımeşru mezarlığı kaldırmak...
Her şey sözde kaldı. Belli ki o mayınların “ulusal” ve “uluslararası” derinliği var.
Muğlalı Vakası, İran sınırında yaşanmış; Uludere Vakarı Irak sınırında... Ne fark eder? Uludere Vakası`nda o “ulusal” ve “uluslararası” derinliği arayanlar asla yanlış bir arayış içinde değiller.
Uludere`de ebedi aleme geçenlere Allah`tan rahmet, yakınlarına sabr-ı cemil dilerken bu vakanın İslam`ın sağladığı "serbest dolaşım hakkını” kimin tarafından elimizden alındığının anlaşılmasına katkıda bulunmasını umuyorum.