• DOLAR 34.236
  • EURO 37.639
  • ALTIN 2920.514
  • ...

Laiklik, sistematik bir yönetim anlayışı olarak Hıristiyan dünyada yönetici sınıfın, Kilise’den bağımsız karar alabilme talebiyle oluştu.

Batı’da yönetici sınıf, onu destekleyen burjuva (zengin kesim) ve onların hizmetkârı konumundaki bilim insanları, Kilise’nin üzerlerindeki tahakkümü kırmak için laikliği öne sürdüler. Dolayısıyla laiklik, Hıristiyan dünyada özgürlükle birlikte anıldı.

Buna rağmen, laiklik nihayetinde gücü elinde bulunduran beşerin üzerindeki kayıtları kaldırdığından Batı’da korkunç bir despotizme yol açtı. Bilindiği kadarıyla Batı’nın Hıristiyan tarihi boyunca hiçbir kral, laik dönemin despotları kadar Batı insanını katletmemiştir.  

Batı insanı, yönetici sınıfın “eşitlik-adalet-özgürlük” vaatlerine rağmen laikliği, yönetimde keyfilik ve arzularda sınırsız serbestiyet olarak anladığını kısa sürede gördü. Buna karşı mücadele etti. Bu mücadele, her seferinde binlerce insanın ölümüne, onlardan geriye kalanların ise hayatının ancak bir miktar rahatlamasına yol açtı.

Batı’daki laiklikle başlayan despotizm; Batı insanına öyle ahım şahım bir özgürleşme sağlamadan yöneticilerin Batı’yı I. ve II. Dünya Savaşı felaketlerine sürüklemesine kadar devam etti. 

Batı, bu savaşlarda nitelikli nüfusunun büyük kısmını kaybetti. Askeri sınıf resmen biçildi, yöneten sınıf törpülendi. Yalnızlığa sürüklenen birey, derin bir karamsarlığa sürüklendi.

Batı’nın laik yöneticisi, Dünya Savaşlarının ardından Batı insanına gerçekten özgürlük verdi ama bu kez onu özgürlükle öldürdü.

Despotizm günlerinde Batı’nın laik yöneticileri, Batı insanını işkence ve savaşlarda öldürdüler. Demokrasi günlerinde ise uyuşturucu, alkol ve fuhuşla… Başka bir açıdan despotizm günlerinde savaşlarda ölenlerin çocukları, demokrasi günlerinde eğlenerek babalarının yaşadıklarını unutma yoluna gittiler ve unuttukça soyları kurudu.

Batı’nın laik tarihi incelendiğinde laikliğin Batı’yı büyütmediği aksine çatıştırıp nihayetinde tükenme noktasına getirdiği anlaşılacaktır.

İSLAM DÜNYASI VE LAİKLİK!

İslam dünyasında hiçbir zaman ulemanın yönetici sınıf (umera) üzerinde tahakküm kurma gücü olmadı. Aksine Müslümanlar, henüz Emevî günlerinden itibaren yönetici sınıfın ulemaya baskı yapması ve dengeleri kendi lehine değiştirmesi gibi esastan bir sorunla yüz yüze kaldılar.

Müslümanlar, Ömer b. Abdülaziz, Nûreddin Mahmud Zengî, Selâhaddîn-i Eyyûbî devirleri gibi örnek devirlerde dahi yönetici sınıf (ümera) tarafından yönetildi. Dolayısıyla İslam dünyasının yaşadıklarının bir numaralı sorumlusu ulema değil, yönetici sınıftır.

Yönetici sınıf, İslam dünyasında ulema karşısında o kadar rahattır ki Hindistan’da Ekber Şah hariç hiçbir zaman tam bir laikleşme talebinde bulunma gereği duymamıştır.  

İslam dünyasında laiklik, ulemaya karşı yönetici sınıfın karar verme hürriyeti olarak doğmamıştır. Aksine İslam dünyasının zayıf olmasına rağmen istilaya karşı direnme kararlılığına karşı, emperyalistlerin İslam dünyası içinde örgütlediği bir akım olarak gelişmiştir.

“Kur’an ellerinde oldukça onları asla yenemeyiz!” ifadesi bir efsane değildir. Batı, buna inanmış ve Kur’an’ı Müslümanların elinden almak için bir strateji yürütmüştür. Bizdeki ilk laik sınıf öyle yetişmiştir.

Başka ifadelerle, bizdeki laik sınıf, yönetimin “özgürce” karar verme talebiyle mücadele meydanlarında oluşmamış, Batı’nın İslam dünyasını istila gayesine karşı, Batı’yla uzlaşmaya müsait bir sınıf olarak üretilmiştir.

İslam dünyası, maddi yoksunluğuna rağmen, manevi gücüyle Batı’ya karşı direniyordu. Batı, Müslümanların içinde kendisine bağımlı bir sınıf oluşturarak bu direnişi kırmaya çalıştı. İşte bizdeki ilk laik sınıf bunun neticesinde oluştu.

Bu şekilde emperyalist emellerle üretilen laik sınıf, İslam dünyasını peyderpey Batı tahakkümüne sürükleyecek ortamı oluştururken Batı’ya karşı oluşan kurtuluş mücadelesinin yönünü de Batı’ya bağlanma şeklinde değiştirdi ve buna “aklın gereği” dedi.

Bizde hiçbir kurtuluş savaşı laiklerin eliyle başlatılmamıştır. İslam dünyasının hiçbir kesitinde böyle bir savaş yoktur. Ama Müslüman halkın kurtuluş talebi ve mücadelesi, Müslümanların önüne konan laik isimlerce Batı’yla uzlaşı ile sonuçlandırılmıştır. Cezayir, Endonezya ve Pakistan mücadeleleri bunun en bariz örnekleridir.

Öte yandan İslam dünyasının laik sınıfı, laikleşmeyi hep öncelikle “keyfince yaşamak” olarak algılamıştır. İlk sınıfın yaşam tarzına bakın, ülkede iken Azınlıkların meyhanelerinde ve “özel” mekanlarında, yurt dışında iken emperyalistlerin eğlencehanelerinde bedenlerini yıpratıncaya kadar hatta ölüme sürükleninceye kadar eğleniyorlar. Ali Suavi’nin hayatı bu açıdan ibret vericidir.

İslam dünyasındaki ilk laik yönetici sınıf da Batı’yla uzlaştıktan sonra, laikleşmeyi öncelikle Batı’yla uyumu sürdürme ve Batı güdümünde kalma hürriyeti olarak anlamış ve tatbik etmiştir. Buna itiraz eden kesimleri, dilediğince imha etme hürriyetini yine laiklikle açıklamıştır.

Bununla birlikte ilk yönetici sınıf, laikleşmeyi kendi hayat tarzı açısından yine “keyfince yaşamak” olarak algılamıştır. Devletin imkânları ve halktan alınanlarla kendileri için “sınırsız bir zevk” ortamı oluşturmak, bu kesim tarafından laikliğin avantajı ya da ödülü olarak görülmüştür.

Bu hususta nereye varıldığının anlaşılması için Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” kitabı okunabilir. Bunu takiben Cemal Granda’nın “Atatürk’ün Uşağı İdim” kitabına geçilebilir. Keşke biri devrin kalem müdürü, diğeri sofra hizmetkârının kaleminden çıkma bu hatıra kitapları, İnkilap Tarihi ders kitabının yanında zorunlu okuma kitabı olarak okutulsa…

Osmanlı Sarayları nelere tanıklık etmiş? Nasıl kullanılmış? Mesai kavramı nasıl alt üst olmuş? Hayat nasıl bir akşam sofrasına dönüşmüş? Gün ne zaman başlamış? Kadın ve erkek hizmetkârlar ne tür işler görmüş?

Kurtuluş Savaşı’ndan çıkan halk, açlık çekerken Fransız laikliği gibi, Fransızların sermaye ödenen şaraplarını da kimler alıp içmiş?

Heykeller, operalar, çiftlikler… Hayat, sınır tanımayan bir zevk sahnesine dönmüş; buna “Efendim sağlınız için zararlı!” diyen bir kâtip dahi kendisini Afganistan ve Hindistan’da bulmuş!

Sonra bu dönem kapanmış, yeni bir dönem başlamış… Vatandaş Ankara’ya birkaç saat mesafedeki Samsun’da açlıktan ölmüş, en azından bu yönde basında haberler çıkmış ama “laik sofra keyfi” köşklerde devam etmiş.

Demokratik döneme gelince halkın taleplerini saptırmak için araya yerleştirilen dizi dizi Mason’a, sahtekâra, haris tüccara rağmen bir değişim ihtimali ortaya çıktığında bu keyif ehli sınıf, darbeye kalkışmıştır.

12 Eylül 1980 darbesinin yıldönümünde olduğumuz bugünlerde Türkiye’nin darbe tarihi incelendiğinde daha darbe bildirilerinde şunu görmek mümkündür: Yurtta sulh, cihanda sulh!

Bu slogan, aslında Türkiye’nin kısıtlanmasını, iç ve dış politika üretme hürriyetinden yoksun olmayı kabul etmesini anlatır. Yine darbe bildirilerinde hemen “müttefik” vurgusu yapılır ve uluslararası anlaşmalara bağlılık sözü verilir. (İslam dünyasının diğer ülkeleri de Türkiye’den farklı değildir. Bu hususta “Dış Müdahale Aracı Olarak Askeri Darbeler: Batı Afrika Ülkeleri Örneği” başlıklı doktora tezine bakılabilir.)

Uygulamaya bakıldığında ise 28 Şubat generallerinin laiklik talebiyle yaptıkları darbeden önce ve sonra nasıl bir yaşam sürdükleri, varislerinin bugün hangi imkânlar içinde yüzdükleri kolaylıkla anlaşılacaktır.

YENİ TÜRKİYE LAİKLİK VE BAĞIMSIZLIK

Türkiye, pek çok İslam ülkesi gibi, 21. yüzyılda bir ölçüde daha bağımsızlaşma yoluna girdi. Yine başka İslam ülkeleri gibi, bunu siyasetin Müslümanlaştırılması şeklinde icra ederek Müslümanlaşma ile bağımsızlaşma arasında doğrudan ilgi kurdu.

Türkiye’de laik ulus devletin getirdiği üç temel sorun vardır: Müslüman halka yönelik baskı, Kürt meselesi ve dışa bağımlı ekonomi.

Türkiye, bu yolda, kendisini ekonomik olarak IMF’den kurtarmaya çalıştı. Ardından bir yandan Müslüman halkın İslâmî taleplerine cevap verme eğilimi gösterirken Kürt meselesi ile de ilgili bir süreç geliştirdi. Ama sürece müdahale gecikmedi. Ergenekon diye adlandırılan yapı, laikliğin tehdit altında olduğu iddiasıyla harekete geçti. Kürt meselesi ile ilgili ise ABD, sürece doğrudan müdahale etti. Neticede süreç akamete uğradı. Bunun getirdiği belirsizlikler devam ederken 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti.

15 Temmuz darbe girişimi, hükümeti milliyetçi kesim ve ulusal Solun bir Kemalist kesimi ile yakınlaştırdı. Halbuki İslam dünyasının laikleşmesi tam da bu iki unsura dayandırılmıştı: Milliyetçiler ve ultra laikler.

İlk günden bu yana çıkar çevrelerinin kuşatması altında olan hükümet, bir de bu çıkmaza girdiğinde sarsılmaya başladı. Bu yetmiyormuş gibi, milliyetçilerin bir kesimi ve ulusal Solun oldukça azınlık bir grubu, hükümetin yanında dursa da hükümet, kaç yıldır laik bir meydan okuma ile karşı karşıya. Başka bir ifadeyle milliyetçi ve ulusalcı Solcu destek ve kayıt, hükümeti, laiklikle ilgili eleştirilerden yana rahatlatmadı. Belki de o yönde karşı tarafa cesaret verdi.

Milliyetçiler ve ulusalcı Sol azınlık, Kemalizm’in araçsallaştırılmasına karşı, hükümetin elini ayağını bağlarken diğer laik kesimler, CHP ve HDP/DEM (PKK) hükümete karşı birleşti. Normalde cephe Sol görünümlü olmasına rağmen, milliyetçi kesimin Zafer Partisi gibi ultra Kemalistleri de onun içinde. Kapitalist örgütlenme, TÜSİAD da açıkça onların yanında. Bu “Amerikan salatası”, hükümeti üç hususta bir ağızdan eleştiriyor:

(1) Milli eğitim politikaları

(2) Yaşam tarzına müdahale iddiası

(3) ABD ve israil’le çekişme

İlk iki madde, bağımsızlıkla ilgili görülmeyebilir. Öyle değil.

Geçmişin Solcu baronları, saray/köşk yaşamını artık bireysel olarak yaşayabilecek kadar zenginler. Hükümet, hiçbir şekilde onların söylem ve yaşam tarzlarına müdahale etmiyor. Ama onlar, yine de itirazlarını laiklikle ilişkilendirerek hükümeti Batı’ya şikâyet ediyorlar. Zira dışarıyla bağlantı noktaları tam da laikliktir. Batı’yı ne kadar hükümetin laiklikten uzaklaştığına inandırırlarsa Batı’nın desteğini o kadar alıyorlar ve o kadar alacaklarından eminler. Batı’nın gücüne olan inançları hiç sarsılmamış. Dolayısıyla Batı desteğinin, eninde sonunda onlara iktidar sağlayacağını düşünüyorlar.

Hükümet, yaşam tarzı ve Kemalizm noktasında ne kadar taviz verirse onlar biraz daha onun üzerine vararak onu sıkıştırıp kendilerine yönelik Batı desteğini idame ettiriyorlar.

Bu, tabii olarak onların laikleşme ve iktidar olma talebini, Batı’ya bağımlılık hatta mutlak teslimiyet vaadine evirmektedir. Bizim aslında artık Neo-laiklik dememiz gereken günün laikliği, toplumsal ve bireysel yaşamda hiçbir sınır tanımıyor. Meseleyi eşcinselliğin devlet eliyle yaygınlaştırılmasına kadar düşürüyor. Batı’nın talebi budur. Laik cephenin talebi de açıkça budur.

Peki bu, Türkiye’nin yararına mı? Laik cephenin düşündüğü yok. Zira Batı, bunu temel politikaları arasına almış ve bağımlılık, temel politikalarda teslim olmayı gerektiriyor.

israil’le ilişkiler de  bundan farklı değildir. Türkiye, kuruluşundan bu yana siyonizmin Filistin’e yerleşmesi noktasında bazı dayatmalarla yüz yüze. Laik politikaların ayyuka çıktığı günlerde bu dayatmalara açık ve net bir şekilde boyun eğilirken diğer dönemlerde bu boyun eğme; uygulamalara biraz gecikmeli, saklı ve mümkünse eksik yansıyor.  Laik cephe buna bile itiraz ediyor; siyonizme selam çakıp açık ve net boyun eğmek, onun hizmetkarı olmak vaadinde bulunuyor.  

israil’in Filistin’e tam hakim olması durumunda sahasını genişleterek Türkiye’ye doğru geleceği herkesçe malum. Ama vatana yönelik bu tehdit, laik cephenin umurunda değil.

Laik cephe, “Türkiye, neden açık açık siyonizmin yanında değil?” diye bağırıyor. İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin dahi tereddüt ettiği bir politikayı Türkiye’ye dayatıyor. Türkiye’yi açık açık siyonizmin eratına dönüştürmek için uğraşıyor.

Bu hâliyle neo-laiklik, Türkiye’de nüfusun korunması ve nitelikli insanın yetişmesi için başlı başına bir güvenlik sorunu olduğu gibi, neo-laikçi cephe de doğrudan Türkiye’nin bağımsızlığına karşı bir güvenlik tehdidi noktasındadır.

Türkiye, laiklik, neo-laiklik ve onun tarafı cepheyi, bağımsızlık dolayısıyla beka veçhinden ele almazsa eninde sonunda çıkmazlara sürüklenecektir.