• DOLAR 34.704
  • EURO 36.773
  • ALTIN 2961.77
  • ...

Müslüman aklı, cinsiyet ve yaş farkı olmadan Müslümanların ortak aklıdır. Hz. Peygamber salallahu aleyhi vesellem zamanında Müslüman kadın, görüşünü açıkça beyan eder ve Hudebiye’de Ümmü Seleme validemiz örneğinde olduğu gibi kadının görüşü erkekte olduğu gibi, uygun görüldüğünde tatbik edilirdi.

Hulefayı Raşidin Devri’nde Müslüman kadın, cihadın pek çok safhasında, kara ve deniz seferlerinde yerini aldı. Kadınlar, genel olarak erkek işi olarak görülen cihada katılmakla İslam’ın dünya hakimiyetinde doğrudan rol aldılar.  

Hz. Aişe validemiz, Cemel Vakası’nda siyasi bir tarafın sözcüsü konumunda olmuş, bu müteessif vakanın ardından, siyasetle arasına mesafe koysa da Müslümanların en çok görüş sordukları arasında yer almıştır.

Kerbela Vakası’ndan sonra Hz. Zeynep; Hz. Hüseyin’in davasını Yezid’in ve diğerlerinin karşısında bile hakkıyla dillendirmiştir.  

“Laiklik” denince hep modern devrin uygarlık laikliğini biliriz. Oysa kadim bir “kültür laikliği” var ki İslam henüz ilk devirden itibaren onunla mücadele etmek durumunda kaldı.

“Kültür laikliği” ve “kültür tağutları”, ilk günden İslam’la mücadele etti. Modern devrin “uygarlık laikliği” ise İslam dünyasına yayılırken “kültür laikliği”nin bütün olumsuzluklarını İslam’a yükledi. Bu, “aldatma çağının” dehşet verici bir modernist operasyonudur.  

İslam’a karşı son yüzyıllarda Şarkiyatçı (oryantalist) ve “yerli” Şarkiyatçı bir operasyon yürütülmektedir. Kürtler, Müslüman olarak bu operasyona maruz kaldıkları gibi, Türkiye zemininde bir de “Şarkçı” bir operasyonla karşı karşıyadırlar.

Şarkiyatçılar, İslam araştırmaları adı altında hakikatte İslam’ı yok etmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de de “Şarkçılar”, geçmişte “Şark”, bugün “Doğu” diye ötekileştirdikleri Kürt zeminini aşağılama, itibarsızlaştırma çabasını açıkça sürdürerek Kürtleri asimile etme çabası vermektedirler.  

Türkiye’de çoğunluğu Sol kesimden, bir kısmı son yıllarda Sağ kesimden gelen Şarkçılar, başta sinemada olmak üzere Kürtleri kadın hakları konusunda dünyanın en menfi toplumu olarak tanıtma yoluna gittiler. Öyle ki neredeyse “Kürt” eşittir “kadınlara zulmeden” gibi bir özdeşleştirmeye gittiler. Tamamen Şarkiyatçıların taklit edilmesine, onların “Müslüman” eşittir “kadına zulmeden” özdeşleştirmesinin tamı tamına bir uyarlamasına dayanan bu özdeşleştirme, ne yazık ki geniş bir toplumsal zemine yayılan, etkili bir algı oluşturdu.

Toplumun düşük kesimlerinin olumsuz gerçekliğini bütün topluma genelleyen bu algı, aynı zamanda söz konusu kesimlerin İslam’dan uzaklaşmasından dolayı yaşadığı yozlaşmışlığı da doğrudan İslam’la ilişkilendirmektedir. Dolayısıyla Kürtlerin yozlaşmış kesimlerinin özellikle “kültür laikliği”nden kaynaklı sorunları doğrudan İslam’la ilişkilendiriliyor. Ardından Kürde, İslam’dan uzaklaşması durumunda o yozlaşmışlıktan kurtulacağı yönünde bir düşünce dikte ediliyor. Bu operasyonun içinde olanlar, Kürdü yücelik kaynaklarından uzaklaştırmak gibi ırkçı ve insanlık düşmanı bir eğilim içindedirler. İslam’ın Kürtleri yücelttiğini biliyorlar. Kürtleri İslam’dan uzaklaştırarak onları o yücelik kaynağından yoksun bırakmak istiyorlar.

Müslüman Kürt kadını ile ilgili algı operasyonlarını gerek görsel araçlardan izlediğimde gerek bizzat sözlü olarak dinlediğimde zihnimde hemen zıt iki tablo oluştu: Bir yandan hakikatte büyük değer gören Kürt kadını, öte yandan algıda her yanıyla mağdur bir Kürt kadını.

Henüz sosyolojik araştırmalara başlarken şunu biliyordum: Bizim yöremizde (Midyat-Dargeçit-Gercüş havzasında) çok sayıda hanım ağa konumunda kadın vardı. Tamamı takva ehli, ilim ehlini destekleyen ve bildiğim kadarıyla tamamı hacca giden bu hanım ağalar, toplumun vicdanı gibiydiler. Çoğu zaman kocaları veya oğulları köyün muhtarı iken köyün gerçek reisi onlar idi. Onlar bir “ana” ve bir “hala” olarak herkesin adaletlerine güvendiği, İslam’a ve İslam şeriatına büyük bir sevdayla bağlı şahsiyetlerdi. “Hacı Zeynep” diye çocukluğumda pek çok menkıbesi anlatılanlardan bir misale bakılırsa onların bir kısmı aynı zamanda bir erkekten daha otoriterdi. Ama onların adı adaletsizlik ve zulümle asla anılmazdı.

Öte yandan Kürtler arasında erkek, eşi için belki çok az “kültür toplumu”nda görülebileceği üzere “hevala min (yoldaşım/arkadaşım)” diye söz ederdi.

Kürtler arasında kadınlar için “hermet” yani “Saygı duyulan kadın” denirdi. “Hermet” olmak, hiç kuşkusuz bir yücelikti. Evi evirip çeviren, kadındı ve o vazifeyi gören kadına “Kevanî” denirdi. Evin bütün düzeni “Kevanî”den sorulurdu. “Kevanî” olmak, özellikle birden çok gelinin aynı evde barındığı büyük evlerde büyük bir makamdı.

Birinin hanımı vefat ettiğinde “derîkê wî hat girtin (kapısı kapandı)” ya da “mala wî xirabu” denerek kadın ile ev bir tutulurdu.

Hanımını döven erkek, saygı görmezdi; ama kadının kocasına itaati kadın için üstün bir özellik kabul edilirdi. Kadınlar kocalarına itaati yücelik bilseler de evin iç işlerini tamamen ellerinde bulundururlardı. Köy istişarelerinde halaların, annelerin ve büyük annelerin yeri vardı. Aşiretler arası çatışma veya başka bir sebepten yaşanan vakaların acıları da esasen kadınların maharetiyle dile getirilmiş ama dengbêjlerin dili üzerinden yaygınlaştırılmıştır.

Şeyhlerin hanımlarına “yadê/anne” denirdi. Seydaların hanımlarına ise “jina seyda/seydanın hanımı” değil, “jin seyda/hanım seyda” denirdi ki köy ve kasabalarda okumuşluğu bir miktar hadis ve fıkıh düzeyine ulaşan jin seydaların konumu kimi zaman seydanın konumuyla yarışıyordu. Jin seydalar, henüz genç yaşta köylerin emin eli, vicdanı ve aile içi sorunlarda danışılacak makamı konumuna çıkarlardı.

Tarih araştırmalarına geçerken zihnimde bu sosyoloji ve bu sosyolojinin tamamen karşısında Şarkiyatçı/Şarkçı algı bir arada ve çatışma hâlindeydi. Bir yandan ezilen bir Kürt kadını profili, öte yandan ağalık makamındaki bir Kürt kadını.

Dikkatimi çeken bir diğer husus da köylerde vakıflarımızın çoğunun baba anne vakfı olması ve ailenin o baba anne vakfı ile ve baba annenin kendisi ile gurur duymasıydı. Kadının miras hakkından mahrum bırakılması ise bununla açık bir tutarsızlık oluşturuyordu.  

EN ÜST SİYASÎ MAKAM

Müslüman kadın, İslam tarihi içinde “kültür tağutu”nun/ “kültür laikliği”nin İslam medeniyeti aleyhinde alanını genişletmesinden zarar gördü. “Kültür laikliği” İslam medeniyeti aleyhine alanını genişlettikçe kadın, önce siyasette, sonra toplumsal yaşamda geri plana düştü ya da kadın “saray kadını” olarak menfi bir rolde öne çıktı. İslam medeniyetinin ihya edildiği süreçlerde ise Müslüman kadın, yeniden ve İslâmî denge içinde toplumsal ve siyasal vazifeler gördü.  

İlk Müslüman Türk devletlerinde kadın, arka planda siyasal bir güce sahip olsa da “Terken Hatun” olarak genel olarak isimsizdir, siyasal hayatta özellikle veliaht seçimleri sırasında vardır. Onun dışında devletin normal zamanlarında görünür bir siyasal konumda değildir. Hâlbuki Eyyûbîlere geldiğimizde Eyyûbî kadını, hanım, hala, anne ve kız kardeş olarak kimi zaman siyasal hayatın içindedir ama sürekli bir şekilde siyasal hayatla sosyal hayat arasında güçlü bir köprüdür. Dolayısıyla siyasi bir kişiliktir.

Eyyûbîler ve Zengîler, birbirinin devamı iki devlettir. Zengîlerde kadın; sultan kızı ve atabeg hanımı olsa da genellikle siyasal zemine uzaktır ve ismi bilinmemektedir. Oysa Eyyûbîlerde kadın Sittü Şam Hatun, Azra Hatun, Zümrüd Hatun, Gaziye Hatun, Dayfe Hatun olarak bizzat ismi ile vardır. Kendi adına ama devletten bağımsız olmadan sosyal bir faaliyet gerçekleştirmektedir.

Nûreddin ve Selâhaddin, aynı İslâmî havzada ve aynı anlayış üzere yetişmişlerdir. Oysa İsmetüddin Hatun, Nûreddin’in yanında saygın, dindar ve hayırsever bir kadın iken Selâhaddin’in yanında aynı zamanda açık bir şekilde bir siyasal danışmandır.

Eyyûbî kadınları, başka hanedanlara gelin olarak gittiklerinde de sultanların diğer kadınlarından daha çok öne çıkarlardı.

Anadolu Selçukluları ile Eyyûbîler çağdaş devletlerdir. Oysa Selçukluların özellikle Eyyûbî öncesi ve Eyyûbîlerin güçlü dönemlerinde kadınlarının adı bilinmezken Alaeddin Keykubad’ın hanımı Adile Sultan, Selçuklu tarihinde görülmemiş bir şekilde idam edilecek kadar siyasal bir kişiliktir. Selâhaddin’in kardeşi Melikü’l-Adil’in kızı olan Adile Sultan, dindarlığı, şahsiyeti ve toplumun manevi bir annesi olarak Selçuklu tarihine geçmiş, Selçuklu tarihçilerince bir evliya gibi anılmıştır.

Erbil Hükümdarı Gökböri’nin hanımı Rabia Hatun da tasavvuf dergahları ve medreseleri ile toplumsal hayata yön vermiştir. Bu yanıyla Miranete Hanım onun yakın tarihteki mirasçısı gibidir. Müks beylerinin kızı olan o önder kadın, Norşin’e gelin olarak geldiğinde babasının evindeki medrese kurumunu kocasının mirliğine taşır, bir medrese inşa eder, o medrese için bir vakıf oluşturur. Böylece kocasının hanedanına ilme hizmet gibi mukaddes bir yan katar ki onun bu hizmeti bugün Kürt dindarlığında çok büyük bir pay sahibidir.  

Bu geniş tablonun ardından Müslüman Kürt kadınının tarihteki yerini en çarpıcı şekilde ortaya koyan iki misali anmanın yeri gelmiştir.

İslam tarihinde ilk kez açıktan bir devleti yöneten kadın bir Eyyûbî kadını olduğu gibi, İslam tarihinde Abbâsî Halifesinin tepkisine yol açacak şekilde adına para basıp açıkça büyük hükümdarlık yapan ilk kadın da Eyyûbîlerin gelinidir. Kürtler ve kadın meselesini işleyip bugüne kadar bu iki misali atlayanlar, tarihi doğru tahlil etmemişlerdir. Halep Hükümdarı Dayfe Hatun ve Mısır Melikesi Şecerettüdür’den söz ediyoruz.

Dayfe Hatun, Selâhaddin’in kardeşi Melikü’l-Adil’in kızı ve Selâhaddin’in Halep hükümdarı oğlu Melikü’z-Zahir’in hanımıdır.

Melikü’z-Zahir’in vefatının ardından oğlunun hamisi olarak Halep’i yönetmeye başladı ve Kürt geleneklerinde asil kadınlarda hep görüldüğü üzere, kardeşlerinin lehine değil, kocasının ailesinin lehine faaliyette bulundu, kocasının evlatlarının hükümdarlıklarını sürdürmeleri için kardeşlerini karşısına almakta bile bir beis görmedi.

Devrin tarihçisi ve büyük alimlerinden İbnü’l-Adim’in açık ifadesiyle Halep Eyyûbî hükümdarlığında iç ve dış meseleler fark etmeksizin önce divanda ulema ve umera arasında görüşülür, nihayetinde Dayfe Hatun’a arz edilirdi, Dayfe Hatun onaylarsa karar yürürlüğe girer, aksi halde iptal edilir veya tashih edilmek üzere divana geri gönderilirdi. Klasik bir cumhurbaşkanlığı makamını andıran bu konum, Müslüman Kürt kadının siyasetteki etkin yerini ifade eder. Öte yandan Adile Hatun’un kız kardeşi olan Dayfe Hatun; tarihte saygın, dindar, adil ve memleketin annesi konumunda büyük bir kadın olarak anılmıştır.

Şeceretüddür’e gelince Melik Adil’in torunu, büyük hükümdar Melikü’s-Salih Necmeddin el-Eyyûb’ün önce cariyesi, sonra hanımıdır. Melikü’s-Salih, bir dizi Memlûkü hükümdar olarak yetiştiren üstad bir hükümdardır, bir tür asker yetiştirme uzmanıdır.

 Melikü’s-Salih pek çok memlüke sultanlık yapacak kabiliyette çocukluktan yetiştirdiği gibi Şeceretüddür’ü de siyasi bir şahsiyet olarak yetiştirmiş, ona kendi hattını (el yazısını) ve imzasını (alametini) öğretmiştir. Öyle ki Melik vefat ettiğinde Şeceretüddür hattını ve imzasını taklit ederek Melikü’l-Muazzam Hasankeyf’ten Kahire’ye yetişinceye kadar devleti yönetti, onun katledilmesinden sonra ise Ümmü Halil unvanıyla İslam tarihinde ilk kez görülecek şekilde bizzat hükümdarlığı üstlendi. Adına para bastı.   

Kürtlerin zihin dünyasında biri müspet, diğeri menfi bu iki kadın, İslam tarihinde kadınların çıkabilecekleri en üst siyasi makama Eyyûbî Devri’nde çıkmışlardır. Dayfe Hatun, Kürtler arasında hep iyilikle anılmış, Şecerettüdür ise hep ihanetle. Ama neticede başka Müslüman toplumlarda kadın için gözlenmeyen bir makam bu iki kadına nasip olmuştur.

Sanırım Şeceretüddür’ün menfi rolüyle, kadın unsuru Kürtler arasında zayıflamış ama Miranete Hanım örneğinde olduğu gibi hiçbir zaman kadın, saygın konumunu yitirmemiş, Kürt aklının bir tarafı olmaktan uzaklaşmamıştır.

Mirasa gelince niye erkeğe göre kadına mirasın yarısı verildi, bağlamında bir tartışma yapılacaksa Müslümanların buna vereceği sağlam ve kesinlikle ikna edici bir cevabı vardır. Nitekim kadın, mirasını yarısını almışsa da Müslüman toplumun daima zengini olarak öne çıkmıştır. Ama kadının hiç miras almadığı çağlara geçtiğimizde, bu Kur’an-ı Kerim’in açık hükmüne rağmen kültür tağutunun/ “kültür laikliği”nin İslam’a karşı alanını genişletmesinin bir neticesidir. “Kültür tağutu”nun bu zulmüne rağmen kadın kocası veya kimi zaman erkek kardeşi vefat ettiğinde bütün mirasın sahibi konumuna da çıkabilmiştir.

Devam edecek inşaallah…