• DOLAR 32.335
  • EURO 35.121
  • ALTIN 2302.143
  • ...

Müslümanların son yüzyıllarda yaşadığı sorunların arka planında ne var? İslam dünyası, alan açısından neden Moğol istilasında bile yaşamadığı bir istilayı 19 ve 20. yüzyıllarda yaşadı? Fizikî istila bazı sahalar dışında son bulduğu hâlde kültürel istila neden günümüz ölçüsünde devam ediyor? İslam dünyasında çağın büyük devletleri arasında yer alacak bir İslam devleti neden yok? Devlet bir yana, bugünün dünyasında neden İslâmî hassasiyetlerini koruduğu hâlde dünya çapında bir sermayeye ulaşan bir Müslüman tüccar yok?

Bu soruların cevaplarının hepsinin dışarıyı ilgilendiren kısımları var. Yeryüzünde mutlak beşeri iktidarın önünde engel olarak İslam’ı gören bir yapı, iktidarı elinde tutmakta ve o yapının Müslümanlara yönelik sınırsız düşmanlığı işlemeye devam etmektedir. O düşmanlığı yok sayarak bu sorulara cevap vermek, hem Müslümanlara haksızlık olur hem sorunların aşılmasını da güçleştirir.

Henüz İslam düşmanlarının Müslümanlara yönelik işleyen planları yeteri kadar ele alınmadı. Müslümanların kendilerinden kaynaklı sorunlarının işlenmesi ise başlıkları bile aşamadı.

Müslümanların mevcut durumlarına yol açan sorunları Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî rahmetüllahi aleyh, özlü bir ifadeyle cehalet, zaruret ve ihtilaf olarak dile getirmiştir. Onunla muasır diğer İslam âlimleri de onun ifade ettiği kadar özlü olmasa da neredeyse bu başlıklar üzerinde ittifak etmişlerdir. Ancak meselenin detayları sonraki kuşaklarca yeteri kadar işlenmedi.

Önceki yüzyılın İslam âlimleri, Müslümanların sorunlarını sayarken Üstad Bediüzzaman’da olduğu gibi cehaleti en başta saymışlardır. Müslüman vaizler ve bireyler ise genel olarak ihtilafı öne çıkarırlar. Müslümanların en büyük belası ihtilaftır, birlik olursak bütün sorunlarımızı aşarız, derler. Organizasyonlarda bulunan Müslümanlar ise genel olarak ekonomik yetersizlikten söz ederler, her şeyimiz mevcut, lâkin finans kaynaklarımız yetersiz, derler.  

Bu üç sorun arasında bir hiyerarşi oluşturmak mümkün mü? Her bir sorunun detayları nedir? Hangi sorun, diğer sorunların da kaynağını teşkil etmiş? Bu sorunlar için nasıl çözümler geliştirilebilir?

Analizimizde bu bağlamda Müslümanların üç sorunu cehalet, yoksulluk ve ihtilafı ele alacağız.

EN BÜYÜK SORUN İHTİLAF MI CEHALET Mİ?

Cehalet, yoksulluk ve ihtilaf iç içe geçen, üç aslî sorundur. İç içe geçen aslî sorunlar arasında bir hiyerarşi oluşturmak kolay değildir. Lâkin bu üç sorun arasında bir önceliğin bulunduğu da muhakkaktır.

Bir ağacı yetiştirmek için güneş ışığı elbette önemlidir. Ancak ondan önce suyun varlığı zaruridir. Su yoksa güneş ışığının varlığı yetersiz bir etkendir. Cehalet, yoksulluk ve ihtilaf arasında da böyle bir ilişkiden söz edilebilir mi?

İslam dünyasının ilk dört yüzyılına bakıldığında Müslümanlar, dünyanın diğer toplumları ile kıyaslanmayacak ölçüde zengindiler ve ilim ehliydiler.

Dünya ticareti genel olarak Müslümanların elindeydi. Dünyanın hiç kuşkusuz en büyük ilim merkezleri de İslam dünyasındaydı.

Sıradan Müslüman fert, dünyanın diğer noktalarındaki pek varlıklı kişiden daha zengin ve bilgin sıfatını taşıyan pek kişiden daha bilgiliydi. Müslüman tüccarların sermayesi ve İslam âlimlerinin bilgi düzeyi ise dünyanın gerisindeki toplumların tüccarlarının sermayesi ve âlimlerinin bilgisiyle kıyaslanmayacak kadar öndeydi.
Bu koşullara rağmen İslam dünyasının özellikle Hicri 4/Miladi 10. Yüzyılda Bizans karşısında gerilemesi, onun dışında da doğuda Çin, kuzeyde Rusya ve Avrupa’ya karşı yol almamasının ana nedeni olarak ihtilaf/bölünme görülmüştür.

Söz konusu yüzyılın Müslüman ihtilafı içinde İslam dünyasında büyük çoğunluğa hükmeden Irak merkezli Abbâsî Halifeliği, Kuzey Afrika’yı elinde tutan Mısır merkezli Fâtımî imameti ve Endülüs’te Emevî Halifeliği olmak üzere üç önderlik kurumu oluşmuştu.

Bu bölünmüşlük, Müslümanları özellikle, bütünlük içindeki Katolik Güney ve Batı Avrupa ile yine bütünlüğünü Doğu Avrupa’da koruyan Ortodoks Bizans karşısında zayıf düşürdü. Abbâsîlerin başkenti Bağdat’ı istila hayalleri kurmaktan Akdeniz’deki en önemli İslam varlığı Sicilya adasını kaybeden Fâtımî imameti aynı zamanda Endülüs’e yardımın ulaşmasının da önünde engel teşkil etmiştir. Ama Endülüs’te Beni Ümeyye ailesinin başarısı da Abbâsî Halifeliğini endişeye düşürmemiş değildir. Ayrıca Abbâsî Halifeliğini hükmettiği Doğu İslam dünyası, İran ve Türkistan’da da tavâif devletleri arasındaki çekişmeler İslam’ın daha doğuya Moğolistan ve Çin’e ulaşmasını engellemiştir.

Bu manzaraya dışarıdan bakan biri, hiç tereddüt etmeden sorunlarımızın tepesinde ihtilafı görmüştür. Acaba bu tespit yerinde midir? Bunun için o güne bir daha bakmak gerekir:

Abbâsî idaresi, Arap toplumunu ihmal etti. Bu ihmalle Bedevîliğin İslam’la başlayan medenileşme süreci adeta durdu. İslam’la birlikte medenileşme lehine erimeye başlayan Bedevîlik yeniden güç kazandı. Bedevîlik, Müslüman Araplar için adeta izafi bir hâl olmaktan çıkıp aslî bir hâle dönüştü.

Bedevî Araplar, medenî ekonominin dışında kaldıkları gibi medenî ilim dünyasının da dışında kaldılar. Bunu değerlendiren, kimliği açık olmayan İsmailî dailer, Bedevî Arapların mühim bir kısmıyla birlikte bugünkü Kuveyt’in güneyinden Batı Yemen’e kadar geniş ve verimli bir coğrafyada toplumu etkileri altına aldılar. Abbâsî devlet iktidarı, merkezine yakın bu alanlarda Karamatî yapı dışında, söz konusu yapının devletleşmesini engellediyse de o yapı Kuzey Afrika’ya uzandı,  Fâtımî Devleti’ni kurdu ve İslam dünyasını kelimenin tek anlamıyla felç etti.

Abbâsîlerin Arap toplumunu özellikle ilim açısından ihmali söz konusu olmasaydı Fâtımî bölünmesi yaşanır mıydı? Nûreddin ve Selâhaddin devirleri bunun mümkün olmadığını ortaya koymuştur.

Nitekim söz konusu dört yüzyılla birlikte kendi yüzyılını da bilen dolayısıyla İslam’ın ilk beş yüzyılının değerlendirmesini yapma konumunda olan Hüccetü’l-İslam İmam Gazzâlî, İslam dünyasını uyandırmaya dönük büyük eserinin adını “İhyâü Ulûmi'd-Dîn” olarak belirlemiştir.

Gazzâlî söz konusu eserinin mukaddimesinde “Bu hak yolun kılavuzları, peygamberlerin vârisleri bulunan ve ilimleri ile amel eden gerçek âlimlerdir. Bu gibi âlimler, yeryüzünde yok denecek kadar azdır. Ancak âlim kılığına bürünen çok kimseler ortalığı kaplamıştır. Bunların çoğu da şeytana esir olarak azgınlığa, gaflete ve bâtıla dalmıştır. Bunların her biri geçici dünya menfaatini toplamaya koyulmuştur. Onun için, Allah’ın iyi dediğini kötü ve kötü dediğini de iyi görürler. Nerdeyse, din ilimleri ortadan kalkacak gibi olmuştur. Yeryüzünden adetâ hidâyet alâmetleri silinmiştir.” sözleriyle Müslümanların yaşadığı sorunların arka planında cehaleti görür. Gazzâlî, hedefine koyduğu cehaleti izale etmeye çalışır ve bunda başarılı olduğu ölçüde Müslümanların önünü açar.

Ondan yaklaşık 900 yıl sonra, Hicri 14/Miladi 20. yüzyılda Şehid Seyyid Kutup da 1949’da yayımladığı “İslam’da Sosyal Adalet” kitabını İslâmî bir adalet ve ekonominin inşası için kaleme alır. Ama Seyyid, soluğu nihayetinde ilimde alır. Konusu sosyal adalet olan bir kitabın neredeyse son yüz sayfasını İslâmî ilimlerin yeniden inşasına ayırır. Bu, Seyyid’in ilk siyaset konulu kitabıdır. Seyyid, ömrünün sonlarına doğru ve zindanda kaleme aldığı İslam Düşüncesi kitabında da Müslümanların uyanışını nihayetinde İslamî ilimlerin yeniden inşası ile ilişkilendirir.

İSLAMÎ BİLGİYİ YENİDEN İNŞA ETMEK

İslam dünyası, birlik içinde olsaydı kendisini 19 ve 20. yüzyılların alan olarak Moğol istilasını da aşan büyük Batı istilasından korurdu. Peki aynı İslam dünyası, kendisini o hâl içinde Batı’nın kültürel istilasından da koruyabilir miydi?

Batılılarca istila edilmeyen İslam topraklarındaki durum bu sorunun cevabını açıkça veriyor ve cevaben tereddütsüz “Hayır!” diyor. Hatta o coğrafyalarda durum o kadar vahim olmuştur ki “Kurtulduk da ne oldu!” diyenler olmuştur, demeye devam etmektedirler.

Gerek İslam dünyasının serüveni gerek âlimlerin yaklaşımları, İslam dünyasını köstekleyen üç sorun arasında cehaletin en başta geldiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla İslam dünyasında üç sorun yeni bir bakış açısıyla ele alınmalı ve cehaletin izalesi en önemli hedef olmalıdır. Ne var ki cehaletin izalesi, okuma-yazmayı öğretmek ya da mevcut İslâmî ilimleri klasik paket hâlinde dört bir yana yaymakla mümkün olmaz.

Cehaletin izalesi her şeyden önce İslâmî bilginin yeniden inşasını gerektirir. İslâmî bilginin inşası, çağın anlaşılmasını ve çağın insanının İslam’a göre yönetilmesini sağlayacak bilginin üretilmesidir. Örneğin, sürdürülebilir bir İslâmî ekonominin geliştirilmesi, çağımızın en önde gelen sorunudur. Bu sorun aşılmadan bütün Müslümanların tek çatı altında toplanması dahi, Müslümanları dünyanın diğer güçlerinin tahakkümünden kurtarmayacaktır. Sürdürülebilir bir İslam ekonomisi geliştirilmediği sürece, gerçek anlamda hiçbir İslâmî yönetimin oluşması da söz konusu olamaz.  

İslam, Mekke’de kendi karşıtı olarak cahiliyeyi belirlemiştir. Düşmanı cahiliye olan bir dinin kendisi ilimdir. Ama hangi cahiliye ve hangi ilim? Ebû Cehil, Mekke’nin en bilginlerinden biri kabul edilirdi ama İslam ona Ebû Cehil, yani cehaletin babası demiştir. Öyleyse salt bilgilenmek, İslâmî anlama kişiyi cehaletten kurtarmaz. Aksine kişi “cahiliye” üzerinde bilgilendikçe cehalette derinleşir, cehalette derinleştikçe batar.

İslam’ın kendisi ile özdeşleştirdiği ilim, vahyin ışığında yol alan ilimdir ve bu ilim, hayatın bütün alanları için zaruridir.

Şuurdan önce ilim gelir. İslâmî ilimler yeniden inşa edilmeden İslâmî şuur inşa edilemez. İslâmî şuur inşa edilmeden Müslümanlar, birlik olmanın gerekliliğinin sırrına eremez; hiçbir beşerî güç birliğin şuuruna ermemiş Müslümanları bir arada tutamaz.  

Bu kapsamda İslam dünyasında bilgi kaynaklarının baştan sona gözden geçirilmesine gereksinim vardır. Başta tarih olmak üzere toplum ve devleti ilgilendiren bütün ilimler yeniden dizayn edilmeli, o ilimlerden hâsıl edilecek bilgiler, fıkhın çerçevesi içinde yeniden değerlendirilmeli, çağın gerçekleri dikkate alınarak baştan sona yeni bir ilmî atılım gerçekleştirilmelidir.

Lâkin böyle bir program, Müslümanların birliğini sürekli gündemde tutmaya da engel değildir. Müslümanların birliğini sürekli gündemde tutmak İslâmî hareket olmanın bir zaruretidir.