• DOLAR 32.518
  • EURO 34.953
  • ALTIN 2431.099
  • ...

Biden’in ABD başkanlığına seçilmesinden bu yana dünyada yeni bir hareketlilik yaşanıyor. Bu hareketliliğin Türkiye’ye yansıyan yanı ise Boğaziçi Üniversitesi’nde simgesel önemi kayda değer olan gösteriler olarak görünüyor.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki gösteriler, her ne kadar sayılı kişi tarafından yapılsa da gösterilerin en son Kaʿbe-i Şerif’e hakarette bulunan grup etrafında kamuoyuna yansıması meselenin “aysberg” yanına işaret ediyor.

Boğaziçi Üniversitesi’nde rektör değişimi, üniversiteye hâkim yapı tarafından anlaşılmaz bir şekilde abartıldı ve kamuoyunun duyduğu gösterilere konu yapıldı. Ama gösteriler, dönüp dolaşıp eğitime en uzak ve bütün toplumun belli bir pencereden baktığı bir grubun bir tür kamu diplomasisine bırakıldı. Rektör değişimi, o malum grup etrafında bir soruna dönüştürüldü.

Üniversitedeki olayları organize edenler, acemi bir tutumla kendilerini kamuoyu desteğinden yoksun mu bıraktılar? Yoksa kendilerince ustalıklı bir tutumla, kendilerinin uluslararası güçlerin emelleri açısından taşıdıkları önemi, uluslararası bağlantılarına mı duyurdular? Yaşananlar, ikinci seçeneği öne çıkarıyor.

Fakat insanlığın değerlerinden uzaklaşmış, marjinal bir grup nasıl olur da uluslararası bir projenin parçası hâline gelir? Mümkün mü?

Analizimizde meselenin arka planı ve güncel yanını birlikte görerek buna açıklık getirmeye çalışacağız. Bunun için kültürel istilaya atıf yapıp oradan “yumuşak güç” meselesine gelmemiz gerekecek.

AVRUPA’NIN KÜLTÜREL İSTİLASI

Bir coğrafyanın bir dış güç tarafından işgali, ele geçirilmesi anlamına gelen istila; fiziki bir harekettir. Bir ordunun bir coğrafyaya girip oradaki yönetime ve kaynaklara el koymasını anlatır. Ancak fiziki istila girişimi, çoğu zaman özünü toplumların kimliğinden alan bir direnişle karşılaşır. İşte bu durumda kültürel istilaya başvurulur. Kültürel istila, fiziki istilanın öncülü, onu kolaylaştıracak bir aşama olarak düşünülür.

Kültürel istila, toplumların kimliklerini oluşturan değerlerden baskı veya ikna yoluyla uzaklaştırılıp özüne yabancılaştırılmasını ve nihayetinde coğrafyalarının istilasına karşı direniş gücünden yoksun bırakılmasını ifade eder.

Her toplum, bir kimliğe sahiptir. O kimlik, topluma coğrafyasına sahip çıkma kararlılığı verir. O kimlik zayıfladığında toplumun dışarıya karşı direniş gücü de kırılır.

Kültürel istila, Avrupa merkezli Batı tarafından neredeyse tamamen İslam dünyası için geliştirilmiştir.

Batı, 19. yüzyılda dünyayı istila gücüne ulaşarak küresel hakimiyete yaklaştığında karşısında direniş gücü olarak neredeyse sadece İslam’ı buldu. Müslümanların Afrika dışındaki diğer dünya toplumlarından büyük bir gücü yoktu. Müslümanlar, diğer dünya toplumlarından belirgin bir şekilde büyük bir varlığa sahip değildiler. Ama Hindistan da dahil Batılı güçler Müslüman coğrafyada fiziki olarak ilerlemekte güçlük çektiler hatta çoğu yerde hiç ilerleyemediler.

Batı emperyalizminin mimarları işte bu direniş karşısında İstanbul, Kahire, Hindistan, Kafkasya ve Orta Asya ayaklarına sahip bir kültürel istila hareketi kararı aldılar.

Onlara göre, Müslümanlara bu direnişi veren İslam’a bağlılıktı. İslam’ın zayıflatılmadığı sürece direnişin kırılması mümkün değildi. O hâlde Batılılar, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sı olarak İslam dünyasında öncelikle kültürel bir istila yapmalıydılar.

İslam dünyasında Batı değerlerine inanan ve o değerleri yaşayan kişiler yetiştirip örgütlenmeli, ekonomik olarak desteklenmeli ve Batı’nın istila öncüllerine dönüştürülmeliydi. Projenin insan unsuru açısından iki ayağı vardı: Gayrimüslim ve İslam dünyasına yabancılaşmış, kökeni Müslüman bazı gruplar ve bizzat Müslümanların kendileri. İlk grup kullanılarak ikinci grup dönüştürülüp kontrol altına alınacaktı.

Müslümanlar, böyle bir kapsamlı bir operasyona hazırlıklı değildiler; sosyal bilimler alanındaki durgunluk, Müslümanları böyle bir hazırlıktan uzak tutmuştu. Bunun için proje, yüzyıla yayılsa da başarılı oldu. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde Batılılar, İslam dünyasında kendilerine karşı elindeki taş ve sopayla direnen Müslümanın yanında önlerinde kompleksle eğilen bir sözde aydın ve yönetici sınıfı buldular ve onları fütursuzca “çağdaş köleler” olarak kullandılar. Arenalarda dövüştürülen köleler misali onları zaman zaman alkışladılar, birbirleriyle vuruşturdular, onlar üzerinden İslam dünyasını böldüler.

ABD’NİN YUMUŞAK GÜCÜ

“Yumuşak güç” teorisi, yakın bir dönemde ABD merkezli yeni Batı tarafından tamamen, Avrupa merkezli eski Batı’nın kültürel istilası üzerine bina edilerek geliştirildi.

Yumuşak güç teorisiyle, “kültürel istila” pratiği, coğrafya olarak Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya taşındı, kavram olarak liberalizmden neo-liberalizme eklemlendi. Kapsam olarak ise modern Avrupa’nın basit ayrımından Batı’nın post-modernizmine uyarlandı.

Kültürel istila, Batı’nın renksiz geleneksel yapısı üzerinde, modern Batı tarafından sınırlı renge sahip bir yapı olarak geliştirildi. Yumuşak güç ise, sınırlı renk sayısını post-modernizmin çeşitliliğine evirdi; basit, karmaşıklığa doğru dönüştürdü, toplumun bütün kesimlerini “yumuşak güç” konusu yaptı. Boğaziçi’nde öne çıkan marjinal grup, bu çeşitlilikteki sınır tanımazlığın bir simgesi olarak özellikle İslam dünyasında öne çıkarılıyor. Bütün bu çalışmalar aynı zamanda dış politikada realizmden, neo-realizme geçiş olarak da ifade ediliyor.

“Yumuşak güç” teorisinin öne çıkan ismi Bill Clinton’un başkanlık döneminde Savunma Bakan Yardımcılığı yapan Joseph Nye’dır.

Nye, 1990’lı yıllardan bu yana yazdığı "Liderliğe Zorunluluk: Amerikan Gücünün Değişen Doğası" adlı kitabı ve ondan derlediği “Yumuşak Güç” adlı makalesi, “Amerikan Gücünün Paradoksu”, "Yumuşak Güç Dünya Siyasetinde Başarının Yolu" gibi çalışmalarında fiziki güçten bağımsız olmadan “co-optive power” dediği bütünsel bir ikna gücünden söz ediyor. Bunun için kültürel değişimin bir siyasi güce dönüştürülmesini öneriyor. Açıkçası kültür meselesinin savunma politikaları doğrultusunda imkâna dönüştürülmesini yani ABD’nin darbeyi de önemli bir araç gören ama seçimlerle değişimi önceleyen post-modern müdahale tarzında kültürel değişimin bir silah olarak kullanılmasını teklif ediyor.

Nye’ın anlattıkları, neo-liberalizm içinde ele alındığında daha da anlam kazanıyor. Bu yaklaşım, ABD düşmanları aleyhine kültürel değişimin bir silah olarak kullanılmasıyla yetinmiyor. Neo-liberalist bir anlayış içinde ahlaki soyutlanma yönünde çalışmayı ve bu çalışmaya katılanları geçmişin mukaddes değerlerine sahip birileri gibi kutsuyor. Boğaziçi önlerinde İslamî değerlere hakaret eden yapının kendi haklarını insan hakları olarak duyurması da ABD’nin söz konusu yaklaşımına yönelik bir hitaptır ve 19. yüzyılda Londra ve Paris’ten korunma talep eden azınlık gruplarının talep tarzlarından farksızdır.

Zira neo-liberal yaklaşımın kültürü bir istila aracı olarak yumuşak güç bağlamında değerlendirmesinde azınlıkların özel bir konumu vardır. Ne var ki bu azınlıklar, artık İslam dünyasında sayıları gittikçe düşen dini azınlıklar değildir.

Neo-liberal azınlık anlayışında farklı mezhep mensupları gibi, marjinal görüşler ortaya atan kişilerin yanında sarhoşlar, zinakârlar ve eşcinseller de birer azınlık grubudur. Yumuşak güç teorisi bunları da kapsıyor. Dolayısıyla “Yumuşak Güç” teorisi İslam dünyasında günahı politikleştiriyor, İslam’a karşı politik bir araca dönüştürüyor, sıradan günahkarları da politikanın içine çekip “Batı Cephesi”nin savaşçıları hâline getiriyor ve bundan ABD çıkarları için yüksek oranda bir çıkar umudu taşıyor.

Geçmişte büyük vezirlerin kimi, işlerine karışan kimi şehzade ve prensleri, içki ve fuhşa alıştırarak kontrol altına alırlardı. ABD’nin “Yumuşak Güç” teorisi tarihte lanetlenen bu tür tutumlardan bin kat daha lanetli, zira sadece seçkin sınıfı değil, gecekondu semtlerinin yoksul gençlerini dahi o günah sahasına çekerek İslam’a karşı bir “yumuşak güç”e dönüştürme gibi bir rezaleti barındırıyor.

BİDEN VE “YUMUŞAK GÜÇ”

“Yumuşak Güç” teorisinin sahibi Nye, seksen dört yaşında olmasına rağmen bugünlerde harıl harıl çalışıyor, gazetelere demeçler veriyor, Twitter hesabını oldukça aktif kullanıyor ve “Amerikan Yumuşak Gücü”nün Trump’tan kurtulup yeniden atağa geçtiğini ilan ediyor. Ona göre, Trump döneminde “Amerikan Yumuşak Gücü”nü engelleyen, öteleyen hususlar vardı. Bunlar Biden döneminde rafa kalkacak ve ABD, yeniden “yumuşak güce” yönelecektir. Nye,  “Amerikan Yumuşak Gücü’nün kökleri çürürken dirilmesi zor” diyen Çinlileri de dikkatlice takip ediyor, onların görüşlerini de sosyal medyasında yayınlıyor.

Nye, Trump döneminde “ABD’nin Yumuşak Gücü”nün geri çekildiği yönündeki görüşü, doğru değil ve Demokrat Partili politik bir yorumdur. Ancak Trump’ın dünyadaki marjinal cinsel sapma grupları ile ilgilenmediği de malumdu.

Nye’ın “ABD’nin Yumuşak Gücü”nün atakta olacağı görüşü ise bir yorum değil, haber vermedir; zira Nye, bizatihi bu çalışmanın bir parçasıdır.

Öte yandan Biden’ın “Yumuşak Güç” teorisiyle ilişkisi, kedisinden önceki Demokrat Partili ABD başkanlarının ilişkisinden de farklıdır.

“Yumuşak Güç” teorisi, ABD’nin iç siyasetiyle ilgilenmeyen kurumlarca ve dışarıya yönelik hazırlanmıştır. Oysa Biden’in seçilmesinde bu teori Demokrat Partililer tarafından iç düşman Cumhuriyetçi Evanjelistlerin yenilmesi için kullanıldı.

Daha önceki Demokrat Partili ABD Başkanları, iç politikada “yumuşak güç” unsularına sadece hoşgörüyle yaklaşırlardı. Hiyerarşik olarak onlar üstte, “yumuşak güç” unsurları altta idi. Biden’da durum değişti, artık hiyerarşik sıralamada onlar üstte, Biden altta duruyor. Zira Biden’ın seçilmesinde “yumuşak güç unsuları”nın büyük katkısı var. Dolayısıyla Biden, onların hamisi değil, bizatihi vekili konumundadır.

Yaşlı Başkan Biden, bu değişimi kabullendi ve yönetiminde onlara yer verdi, onlardan birine ABD tarihinde ilk kez bakanlık yolu açtı, ABD Ulaştırma Bakanlığı için aday gösterdi.

Son dönemdeki “yumuşak güç” hareketliliği, Biden’in seçilmesine giden süreç kadar onun bu süreci yönetim tercihinde kabullenmesinin de payı vardır. Türkiye’de muhalefetin bir kısmı, Biden bu “yumuşak güç”le ilişkili, bağlantılı bir şekilde marjinal bir grubu Boğaziçi Üniversitesi’ndeki rektör değişimini bahane ederek tabiri caizse kendi vitrini hâline getirdi. Onları kendisiyle Biden’in “yumuşak güç”ü arasında bir köprü, bir elçi olarak görüyor ve onlardan yararlanmaya çalışıyor.

Bu vaziyet karşısında toplumun öz değerlerine daha çok yatırım yapmak, tercihleri bu yönde değerlendirmek elzemdir.