• DOLAR 32.567
  • EURO 34.89
  • ALTIN 2427.984
  • ...

Türkiye’nin medyaya ilişkin kötü bir hafızası var:

Yüzyıllara yayılan ve milyonların can verdiği savaşlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde son buldu. Ama o savaşları medyanın mukaddesata karşı savaşı takip etti.

Medya, mukaddesatla savaşında kural tanımadı. İdeolojik sapmaya hizmet etti. Fuhuş reklamı yaptı; ideolojik saptırmaya nefsani arzularla saptırma boyutunu kattı.

Medya, dindar kesimleri, belli bir strateji ve sıra içinde yıprattı, onlarla ilgili olmadık yalan haberler yayımladı. Bu “yalancı şahitliği” fütursuzca yaparken modern zamanın itibarlı kavramı “kamuoyu”nun sözcüsü de değil, bizzat kendisi olma gibi haksız bir itibar taşıdı!

Medya, cuntanın arka bahçesi mi, cuntanın kendisi mi, yoksa cuntanın yayın organı mıydı? Bu hep tartışıldı ama rollerin iç içe geçmişliği yüzünden bir türlü tefrik edilemedi. Biri “Medya Beşinci Kuvvet!”; bir diğeri “Medya Birinci Kuvvet!” diye bağırdı.

Biraz zor oldu ama nihayetinde 21. yüzyılın eşiğinde medya, ağır bir itibar kaybına uğradı ve dindar kesime karşı verdiği savaşı kaybetti, bir daha açıktan dindar kesime karşı kalem oynatamayacak duruma düştü.  

İşte tam da bu eşikte sosyal medya devreye girdi. Twitter ve İnstagramın katılmasıyla sosyal medya, geçmişin medyasının bütün rollerini oynamaya başladı.  

Sosyal medya, önce sesi çıkan “kamuoyu” oldu. Ama önünü açtıkça aşama aşama “Birinci Kuvvet” konumuna tırmandı.  

Artık sosyal medyanın kendisi bir cunta mı ya da sosyal medya, uluslararası bir cuntanın postmodern medyası mı, bunu tartışmanın bile değeri yok.

Zira sosyal medyada bir kısım eski tüfek Solcu yazar, gazeteci ve sanatçının komutasında bir tür gayri nizami askeri operasyonla;

Önce, muhaliflerini “troller ordusu” diye acımasızca itibarsızlaştırıp ezdi, elektronik iletişim dünyasında iktidarı ele geçirdi.

Ardından halkın mukaddesatına, manevi değerlerine, kıymetli şahsiyetlerine karşı bir tür Stalin gibi, Enver Hoca gibi ve onların yerel versiyonları gibi savaşmaya başladı.

Dilediğini suçlu ilan ediyor, mahkemelere sevk ediyor ve nihayet cezaevlerine atıyor; orada tutulmaları için de adeta kapıda nöbet bekliyor.  

Geçmişin medyası ile aynı fonksiyonda savcı kendisi, hâkim kendisi neredeyse gardiyan da kendisidir.

Bu, bir “kamuoyu jürisi” rolünü aştı, şehrin despot şerifi rolüne büründü.

Meselenin kahredici yanı ise idarenin tutumudur:

Geçmişte medyadan çok çekenler, medya yüzünden iş yapamaz duruma düşenler, sosyal medyadaki bu cuntalaşmayı hâlâ tabii bir kamuoyu tepkisi gibi algılamaya çalışıyorlar, daha doğrusu kendilerini zoraki modernler gibi bu algılamaya teslim ediyorlar.

Meseledeki paradoks ise daha da kahredici:

Geçmişte, dindar kesimin değerlerini savunacak bir medyası yok veya çok zayıftı. Oysa sosyal medyada dindar kesim güçsüz değil.

Fakat, en alttan en tepeye idare, uluslararası cuntanın sosyal medyası karşısında el pençe divan durup her emrini bilanoksan tatbik ediyor. Halkın asıl sesi olan sosyal medyayı ise “kamuoyu” değerinde görmüyor, daha çok “oyunbozanlık yapanların mahalle gürültüsü” gibi atlıyor. Bin bir bağırış karşısında kulağını bile kaşımıyor. Bu tavrın altında hâlâ dindar kesimi, “ikinci sınıftan” sayma saklı anlayışı “açıkça” vardır.  

Geçmişin inancı ne olursa olsun, nizam bürokratlarını anlamak mümkün… Ama yılların siyasetçilerinin nasıl olur da klasik sistem anlayışına bu kadar teslim oldukları anlaşılmıyor!

Galiba unutuyorlar: Bugün kapıdaki bekçiyi alan, yarın veziri vurur, öbür gün sultanı!

Hakikat şu ki;

İnsanın can yakıcı günlerindeki ateşinin odunları, rahat günlerindeki aymazlık ve gafletinin tohumlarından yeşermiştir.