• DOLAR 32.371
  • EURO 35.011
  • ALTIN 2325.545
  • ...

Arnavutluk, 28 Kasım 1912’de Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. Seküler Osmanlı okumuşları, bu vaka üzerine İslam birliğinin artık bir ütopya olduğunu öne sürdüler. Oysa 1912’de Osmanlı’dan ayrılan Arnavutlar değil, Osmanlı’ya 1908 İhtilali ile hükmeden İttihat ve Terakkî’nin Arnavutluk koluydu. Parti, kendi içinde ve kendisinin sebep olduğu bir ayrışmayı, İslam dünyasının aleyhine yorumladı. Kendi içindeki bir bölünmeden yola çıkarak Arnavutların ayrılmasından sonra İslam birliğinden söz etmenin bir ütopya, yani gerçekleşmeyecek bir hayal olduğunu öne sürdü.

Nitekim, kısa bir süre içinde partinin Arap kolu da partinin milliyetçi/ayrılıkçı politikasına karşı İttihat ve Terakkî ile yolunu ayırdı. Partinin merkez yönetimi gibi Arnavut kolu da Arap kolu da seküler dünya görüşüne sahip kişilerden oluşuyordu. Dolayısıyla sekülerlerin ayrışması, Masonik bir hileyle İslam dünyasının ayrışmasına yorumlanıyordu.

Bugün de İslam dünyasındaki bölünmüşlük, İslam’la ilgili bir bölünme değil, sömürgeci güçlerin ve onlara kapılan yerel yapıların işbirliğiyle İslam dünyasına dayatılan bir ayrışmanın ürünüdür. Fakat bu gerçeklik gözümüzden kaçırılarak “dayatılan” bir ayrışma, Müslümanların tercihiymiş gibi sunulmakta ve onun üzerinden İslam dünyasının bölünmüşlüğünün zorunlu bir kabul olduğu zihinlere kazınmaktadır.

Ayrışmanın sömürgeci güçlerden ve seküler dünya görüşüne sahip yapılardan kaynaklı yanı öylesine gözlerden kaçırılıyor ki artık sadece seküler dünya görüşüne sahip olanlar değil, şuur sahibi simalar da İslam dünyasının birliğinin zorunlu bir kabul olduğunu düşünmeye başladılar.

Haklı olabilirler mi? Bu haftaki analizimizde bu sorunun cevabını aramaya çalışacağız.

BİRLİKTEN NE ANLIYORUZ?

İslam dünyasının birliğinin mümkün olup olmadığına hükmetmek için öncelikle birlikten ne anladığımızı bilmemiz gerekir.

Birlikten kastımız İslam dünyasının tamamının tek siyasi çatı altında buluşması mıdır? Yoksa, İslam dünyasının dağınıklıktan kaynaklı zafiyetlerinin giderilmesini sağlayacak ölçekte, dayanışan birlik grupları mıdır?

İslam dünyası, Emevî Devleti’nin 750’de yıkılmasından bu yana tek siyasi çatı altında bulunmamıştır. Bugün de Çin’den Güney Amerika’ya uzanan İslam devletlerini tek siyasi çatı altında toplamayı hedeflemek, hem tarihsel tecrübe hem görünen koşullar açısından mümkün görünmemektedir. Ama merhum Necmettin Erbakan Hoca’nın öncülük ettiği D-8 misali birlikler kurmaya çalışmak ütopyacılık değildir. Aksine bu tür grupları kurmak için projeler geliştirmemek siyasi bir körlüktür.

Bunun bir adım ilerisinde İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ihya edilerek işletilmesi neden ütopya olsun?

İslam İşbirliği Teşkilatı, günümüz dünyasında hâlâ açıktan din birliği üzerine kurulu yegane uluslararası birliktir. Her şeye rağmen, etnik ve mezhepsel yapısı ne olursa olsun, bütün İslam ülkeleri bu birliğe üyedirler. Bu konuda hiçbir isteksizlik söz konusu değildir. Aksine İslam dünyasındaki seküler tahakküme rağmen, bağımsızlığını kazanan her Müslüman ülke, bir an önce bu teşkilata üye olmak için çaba harcamaktadır. Ayrıca Rusya ve Tayland gibi önemli bir Müslüman nüfusa sahip ülkeler de teşkilatta gözlemci üyedirler. Hindistan ve Etiyopya gibi yoğun Müslüman nüfusun bulunduğu iki ülke, teşkilata üye olmamasına rağmen, 2011 yılı verilerine göre teşkilata üye ülkelerin toplam nüfusu 1.6 milyardır.

Bu, muazzam bir nüfustur ve bu nüfusu temsil eden siyasi yapıların usulen bile olsa yılda bir kez toplanabilmeleri İslam karşıtlarının gözüne batacak kadar mühimdir.

Teşkilatın işlememesi, Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan değil, hâlâ etkin olan sömürgeci güçlerin teşkilatın işlemesini engellemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu münasebetle söz konusu olan, İslam dünyasının buluşmaması değil, buluşturulmaması ve buluşmalarının işlevsizleştirilmesidir.  

BULUŞMAMIZI NEDEN ENGELLİYORLAR?

Buluşmamızı engelliyorlar çünkü her buluşmamızın, onların aleyhine olduğunu biliyorlar. Müslümanlar, Abbasî Dönemi’nin dağınık yapısına teslim olmasalardı dünyanın fethini kesinlikle tamamlarlardı.

Konuyla ilgili en net değerlendirmeler ise Haçlı Seferleri için yapılmıştır. Stevenson ve Runciman gibi Batılı araştırmacılara göre, Kudüs’ün 1099’da elden çıkmasına yol açan Hıristiyanların güçlü olması değil, Müslümanların dağınık olmasıdır. Müslümanlar, daha sonra az çok buluşunca Kudüs’ü yeniden almışlardır.

Endülüs’ün elden çıkmasının ana sebebi ihtilaftır. Az buçuk bir Endülüs buluşması, Batı istilasını geciktirmiştir. Ancak ihtilaf yayıldığında Batılı güçleri Endülüs içinde yol alabilmişlerdir.

Benzer bir durum Osmanlı için de geçerlidir. 17. Yüzyılda Osmanlı sarayı çevresinde yoğunlaşan bölünme yaşanmasaydı Viyana kapıları açılır, Rusya’nın güneye inmesi de mümkün olmazdı. Osmanlı’nın taşrasında da ihtilaf vuku bulmasaydı Batı’nın I. Dünya Savaşı’nda İslam dünyasını istilası söz konusu olmazdı.

Uluslararası güçler, bunca veriyi değerlendirdiklerinde Müslümanların buluşmasını engellemeyi, İslam dünyasına yönelik politikalarının sabiti olarak tutmaktalar.

İSLAM DÜNYASININ BULUŞMASI NEDEN ÜTOPYA DEĞİL?

Devlet ve toplumların buluşması, inanç ve ihtiyaçtan kaynaklanır. Bazen salt inanç veya salt ihtiyaç da devlet ve toplumları buluşturabilir. Oysa Müslümanların buluşmaları hem inanç hem ihtiyaç gereğidir. Bu iki unsura rağmen bir arada olmayı istemek değil, hâlâ makul bir buluşma gerçekleştirmemek akıl kârı kabul edilemez.  

Meselenin inançla ilgili kısmı çok açıktır:

“Ey mü’minler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin…” (Al-i İmrân, 103)

“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin; yoksa korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz elden gider. O halde zorluklara sabredin; çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 46)

Meselenin ihtiyaç ile ilgili kısmına gelince o da düşünen insanın reddedemeyeceği kadar açıktır:

İslam ülkeleri, birbirlerini tamamlayan öbekler hâlinde yayılmışlardır. Bu ülkelerin maddi varlıkları ve kimi zaman ulaşım olanakları birbirlerine sırtlarını dönemeyecekleri kadar birbirini tamamlamaktadır. Bu ülkelerden hiçbirinin kendi bölgesindeki bir diğerini yok sayma, onunla ilişkilerini kesme lüksü yoktur. Başka bir ifadeyle dünyevi gereksinimler, onların mutlaka sıkı bir bağ içinde olmalarını gerektirmektedir.

Örneğin, Türkiye-Iran; Türkiye-Irak, Türkiye- Suriye, Türkiye-Mısır; İran-Afganistan-Pakistan; İran-Irak-Körfez ülkeleri; Suriye-Lübnan-Ürdün-Filistin; Suudi Arabistan-BAE-Bahreyn-Katar-Yemen; Endonezya-Malezya; Mısır-Sudan; Fas-Cezayir; Cezayir-Moritanya, Çad, Nijer-Nijerya… Bu öbeklerdeki ülkelerden hangisinin bir diğerinden tamamen kopma lüksü vardır? Hangisi kendisini komşusundan yalıtabilir? Hangisi kendisini yalıttığında büyük ekonomik kayıplara uğramaz?  Ya da kim, bu öbeklerdeki ülkelerin buluşmaya gereksinimlerinin olmadığını söyleyebilir?

Bu öbekler, hem yer altı kaynakları hem tarımsal yapıları hem ulaşım açısından sonuna kadar birbirine bağımlıdırlar. Bu öbeklerden hangisinde keskin bir bölünme oluşturursanız o öbekteki ülkelerin hem ekonomileri hem savunmalarında hayati sorunlar yaşanır.

Son bin yılın İslam dünyasında açıkça görülen bir hakikattir: Şam ve Mısır parçalı olduğunda hiçbiri kendisini Batı’dan gelen saldırılara karşı koruyamamıştır; bazen biri önce, diğeri sonra ama sonunda her ikisi de mutlaka düşmüştür. Akdeniz’in bu iki yakasının asgari selameti, bu iki coğrafyanın asgari buluşmasına bağlıdır. Her iki coğrafyanın Akdeniz’de etkin bir güç olup Batı’ya kafa tutması ise ancak Anadolu ile asgari bir uyuşmaya bağlıdır. Anadolu, bu iki coğrafyayı Batı’ya karşı desteklemediğinde bu iki coğrafya ancak savunmasını yapabilmektedir. Kendi aralarında bölündüklerinde ise o da mümkün olmamaktadır.

Rusya’nın küçük bir devlet, Çin’in de emperyal amaçlarının bulunmadığı, Hindu Hindistan’ının henüz siyasi bir güç olarak var olmadığı bir dünyada İran-Afganistan-Pakistan ve Orta Asya ülkeleri coğrafyası, ihtilafta olsa ayakta durma imkânına sahipti.  Oysa Rusya’nın devasa bir federasyona dönüştüğü, Çin’in emperyal emellerle batıya doğru geldiği, Hindu Hindistan’ında Hindistan’daki birliğinin yanında bütün Budist dünyaya da hükmetmeye çalıştığı bir dünyada söz konusu İslam ülkeleri, güçlü bir dayanışma hâlinde olmadan ve bu dayanışmalarını gerek Türkiye gerek Arap yarımadası ve Malezya-Endonezya ikilisi ile desteklemeden ayakta kalamazlar.

Osmanlı günlerinde Balkanlar, Doğu Avrupa, Kırım ve hatta Kafkasya ile desteklenmiş bir Anadolu, elbette hem Avrupa hem Rusya karşısında gayet rahat bir güçtü. Oysa bugünün Türkiye’si Balkanlarda kendisine muhtaç İslam devletleri dışında bir varlığa sahip değildir. Bu sahalardan yoksun bir Türkiye’nin çevresindeki İslam ülkeleri ile güçlü bağlar kurması hayati öneme sahiptir.

Kuzey Afrika da tarih boyunca ancak Anadolu ve Mısır’la sıkı bir bağ içinde olduğunda kendisini Avrupa’dan gelen istilalara karşı koruyabilmiştir. Mısır Memlûkleri döneminde Mısır’la arasındaki kopukluk, Kuzey Afrika’yı Avrupa istilaları ile yüz yüze bırakmış ve ancak Kuzey Afrika ile Osmanlı arasındaki bağ o tehlikeyi bertaraf etmiştir.

İslam dünyasının Çin-Japonya, Fransa-Almanya, Rusya-Doğu Avrupa coğrafyaları arasındaki tarihsel süreçlerin aksine İslam dünyasının hiçbir kesiti, bir diğerine karşı katliam gerçekleştirmemiştir. Müslümanlar arasındaki savaşlar, hiçbir zaman uluslararası ölçülerde büyük katliamlara varmamıştır. Elbette katl üzücüdür ama zaman zaman Müslümanlar arası çatışmalarda ifade edilen rakamlar, sözü edilen coğrafyalardaki on milyonlarla karşılaştırıldığında çok basit kalmaktadır. Modern dünyada da 1980’den sonra sekiz yıl süren İran ve Irak arasındaki savaşta hayatını kaybedenlerin sayısı endişe verici boyutlara ulaşmışsa da yine de uluslararası ölçülere vurulduğunda dünyadaki benzer çatışmaların yanında düşük dozlu kalmaktadır. Dolayısıyla İslam ülkeleri arasında kırgınlıklar ve çatışmalar yaşanmış olmakla birlikte kötü bir hafızaya yol açacak vakalar yaşanmamıştır.

Tablo, bütün boyutları ile gayet açık bir şekilde ortadadır. Dolayısıyla İslam dünyasının birliği değil, parçalanmış kalması imkânsız gibidir.

Eninde sonunda akl-ı selim galip gelecek ve İslam dünyası, asgari müşterekler üzerinde buluşacaktır.

Güncel duruma bakıp bundan umut kesmek yersizdir. İnsanlık, pek çok çağda bu tür karanlık dönemler görmüş ama karanlığın en derin noktasında aydınlık belirmiştir. Müslümanların, fırsat buldukları ilk anda buluşmalar gerçekleştirecekleri muhakkaktır. İslam dünyasında sivil toplumun buna verdiği destek, bu buluşmaları daha da yakınlaştıracak ve buluşmaya inananlar değil, inanmayanlar muhakkak ki kaybedecektir.

Son not!

Arnavutluk, 1967’de ateizmi devletin resmi inancı olarak anayasaya yazdı ve dünyanın ilk ateist devleti oldu. Oysa sadece 21 yıl sonra, 1988’de o madde anayasadan çıkarıldığı gibi Arnavutluk’ta camiler, yeniden dolup caddelere taşıyor. Ateist bir Müslüman toplum ateist Enver Hoca’nın ütopyası olarak kaldı. İslam ise dimdik ayakta…