• DOLAR 32.52
  • EURO 34.801
  • ALTIN 2421.461
  • ...

Yıllar önce bir Avrupa ülkesinde kalan ve artık oranın vatandaşı olan bir kardeşim, bana “Kızım sosyal bilimlerde okumak istiyordu ama rehberlik servisi diğer göçmen çocukları gibi onu da engelledi ve fen bilimlerine yönlendirdi. Sosyal bilimlerde önceliği Avrupalılara veriyorlar. Çok az Müslüman, bu ülkede engelleri aşarak sosyal bilimlerde okuyabiliyor.” dediğinde pek de şaşırmamıştım.  

Bizim dikkatimiz fen bilimleri ve teknik alanlar üzerinde iken bu alanlarda gelişmiş ülkeler, kendi başarılı öğrencilerini sosyal bilimlere yönlendirir, teknik alanlarda ise daha çok dünyanın sair insan unsurlarından yararlanırlar.

Bu, aslında geçmişin İslam dünyasının bir tür taklididir. İslam dünyası da güçlü olduğu zamanlarda, fen bilimleri ve teknik alanları bir tür alt hizmet alanları olarak görür, sosyal bilimlerdeki başarıyı ise kutsardı.

Sonra ne oldu da Müslümanlar, en başarılı gençlerini fen bilimleri ve teknik bilimlere yönlendirdiler ve sosyal bilimleri çok da uğraşılmaya değmez uğraşlar içinde gördüler? Analizimizde bu sorunun cevabını bulmaya çalışacağız.

GERİ KALMIŞLIĞIN FARK EDİLMESİ

İslam dünyası, 18. yüzyılın sonlarında Batı karşısında bilim ve teknolojide geri kaldığı tespitini yaptı; 19. yüzyılda Batı ile ilgili yaptığı gözlemler ve Batı ile kendi dünyası arasında yaptığı kıyaslamalar, “Geri kaldık!” tezini İslam dünyasının ortak kanaati hâline getirdi. O yüzyılın ortalarından itibaren ise “Neden geri kaldık?” sorusu kapsamlı bir şekilde cevaplanmaya başlandı. Ancak durumun tespiti ile ilgili ittifak, durumun arkasındaki etkenleri ortaya koyan cevaplar konusunda oluşmadı. Cevaplar, duruşlara göre değişti. Kimileri, geri kalma nedenimizi fen ve teknik bilimlerini ihmal etmemize bağlamayı yeterli gördü. Kimileri, geri kalmaktan doğrudan İslam’ı sorumlu tuttu. Kimileri, İslam’ı anlama tarzını en önemli etken olarak gördü.

Ne var ki etkenler konusundaki bu çeşitlilik söz konusu saha olunca kayboldu. Müslümanlar, geri kalışlarını hangi etkenle açıklarlarsa açıklasınlar, geri kalmışlıktan ancak fen ve teknik bilimlerde ilerleyerek kurtulabileceklerine inandılar. Bütün iştiyakları ile fen ve teknik bilimciler yetiştirmeye yöneldiler.

Bu tutumun oluşmasında Batı’nın istila girişimleri karşısında aciliyetin etkisi vardır. Ama aciliyetin getirdiği telaş içinde konunun arka planının anlaşılmamış olmasının etkisi de yok değildir. Oysa fen ve teknikteki geri kalış bir netice olduğu gibi, fen ve teknik bilimlerinde geri kalış da sadece bir neticedir. Asıl etken değildir.

Zira fen ve tekniğe duyulan ihtiyacı duyuracak olan ancak sosyal bilimcilerdir. En basit anlatımıyla eğer Müslümanlar, 16. yüzyılda dünyayı tanıtan coğrafya bilginlerine, dünyanın kayıtlarını iyi tutan tarih bilimcilere, bunları tahlil eden sosyolog ve siyaset bilimcilere sahip olsalardı dünyanın gidişatını hiç kuşkusuz daha iyi görür ve güçlü devlet kurumları ile daha iyi önlemler almak için harekete geçerlerdi. O günlerde bu yönde hiçbir devlet kurumu bulunmadığı gibi, bireysel çalışmalar da takdir edilmemiştir.

Müslümanlar, 13. yüzyılda Haçlı Seferleri’nin ana dalgası gibi, Moğol istilasını da durdurmuşlardı. Üstelik her iki istila dalgasına da aynı Müslüman birikimi karşı koymuştu. Doğu, Moğol ile tükenirken Batı ise Doğu’ya doğru yol alamayınca denizlerdeki üstünlüğünü daha uzakları keşif için kullanmış, üç yüz yılı bulmadan Güney Asya ve Amerika kıtasına varmış, dünyadaki dengeleri değiştirecek bir hasılata ulaşmıştı. O günün İslam dünyası, sosyal bilim kurumlarından yoksun olunca bu tespitleri yapamadığı gibi, bunun neticelerini de hesaplayamadı.

O NOKTAYA NEREDEN GELİNDİ?

Müslümanlar, sosyal bilimler alanındaki büyük atılımlarını felsefe dışında Gazzâlî sonrası çağda yaşadılar. Onun etkisindeki ilk âlimler, kısa bir süre içinde, tevhid ehlinin tarihini Hz. Adem’den başlayarak yazdılar. Kendilerinden önce yapılmış çalışmaları değerlendirdiler, geliştirdiler. Tarih çalışmaları içinde aynı zamanda çok yönlü toplumsal tahlillere yer verdiler. Toplum bilimi ve siyaset bilimine büyük katkı sağladılar. Bugün dahi o eserlerden sadece biz değil, bütün dünya istifade ediyor. Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddîn-i Eyyûbî, bu çalışmaların daha sistematik sürdürülmesi için devlet ve vakıf desteği sağladılar. Onların devrinde şehirlerin bile tarihi ciltlerle yazılmaya başlandı. Böylece Müslümanların zihin dünyasındaki “Biz kimiz?” sorusu en kapsamlı şekilde cevaplandı ve onun katkısıyla Müslüman kimliği yeniden inşa edildi. O kimlik doğrultusunda İslam düşmanları tarif edildi ve onlara karşı önlem dizisi geliştirildi.  

Selâhaddin’den sonra kardeşi Melikü’l-Adil b. Eyyûb, o devrin birikimiyle yetişmiş büyük bir siyasi dehadır. Dünyadaki hareketliliği erken fark etti ve ömrünü, kendilerini bekleyen vaziyeti Müslümanlara izah etmekle geçirdi. Yeni dünyada ayakta kalmak ve geleceğe doğru yol almak için savaşmayı bilmenin tek başına yeterli olmadığını gördü. Müslümanların diplomasi sahasındaki eksikliğini gidermek için uğraştı.  

Melikü’l-Adil’in ardından büyük sultan olan oğlu Melikü’l-Kâmil ise tarihin kaydettiği büyük dehalardandır. Onun Sıbt İbnü’l-Cevzî gibi en keskin muhalifleri dahi, sonraki dönemde yaşananları görünce tarihin bu en riskli ve ilk etapta en çok eleştirilecek kararlarını alan şahsiyetine sayfa dolusu övgüler sıralamışlar; yüksek zekasını, gelişmeleri önceden görüp ona göre tedbir alan aklını takdir edip adeta her satırda rahmet okumuşlardır.

Melikü’l-Kâmil, henüz sultan olmadan bizim, Haçlılar dediğimiz “Büyük Hıristiyan Birliği” bütün unsurları ile Mısır’ın Dimyat kenti önlerine gelmişti. Melikü’l-Kâmil, dört yıl aralıksız bizzat gazada bulunarak, karargahından evine hiç dönmeden az bir kuvvetle o insan denizini ve büyük güç kütlesini durdurdu. Günümüzün Batı tarihçilerinin bile bir türlü izah getiremedikleri bir zaferle, Batılıları ülkelerine pişman olarak yolladı. İslam tarihinin III. Haçlı Seferi’nden sonra yapılmış bu en büyük savunma savaşı sadece kılıçla kazanılmamıştı. Savaş sırasında hem bir kısım halk isyan etmiş hem bazı askeri emirler ihtilal yapmaya kalkışmışlardı. Buna rağmen Melikü’l-Kâmil, disiplinini kaybetmedi, içeriyi ayakta tutup dışarıdan gelen saldırıyı bertaraf edebildi.  

Melikü’l-Kâmil, Büyük Hıristiyan Birliği ile uğraşırken Moğollar, bütün doğu İslam dünyasını istila etmek için harekete geçmiş ve birkaç yılda Bağdat’ın kapılarına dayanmışlardı. Büyük Sultan, ilme hakimiyetiyle Müslümanların aynı anda hem Doğu hem Batı ile savaşacak vaziyette olmadığını gördü ve savaş dışı seçenekleri de değerlendirmeye aldı.  

Büyük Sultan, Dimyat vakası sırasında ele geçirdiği esirler ve daha sonra yanına gelen İtalyan tüccarlardan Batı’daki gelişmeleri dinledi, yüksek zekasıyla tahlil etti, dönemin Büyük Alman İmparatoru II. Frederick ile Papa arasındaki çekişmenin sair bir çekişme olmadığını tespit etti; Batı’nın birliğini bozmak ve Müslümanları Katolikliğin sömürge eğilimi olarak dışarıya taşan taassubundan korumak için, Frederick’i kiliseye karşı teşvik edip ödüllendirerek ihtilafı kilise aleyhine yönetti ve onu uzun sürede Müslümanların lehine kullanacak boyutlara taşıdı.  

Melikü’l-Kâmil’in aldığı kararlar güncel siyaset açısından alabildiğine riskli idi ama nihayetinde onun bu kararları Müslümanları Batı’ya karşı rahatlattı, Haçlıları daha da etkisizleştirdi. Onun tahmin ettiği gibi, bu siyasetin yol alması için Haçlılara verilen ödünler kısa sürede geri alındı. Kendisinden sonraki Haçlı dalgasını oğlu Melikü’s-Salih ve torunu Turan Şah durdurdular. Moğolları ise kendisinin ve oğlu Melikü’s-Salih’in bizzat satın alarak İslam’a kazandırıp özenle yetiştirdikleri Memlûkler mağlup ettiler.  

Ne yazık ki Batı, Frederick’in birikiminden yararlanıp yol alırken Kâmil’den yüz yıl sonra İslam dünyasında sosyal bilimler alanında yazılan eserler içler acısıdır. Nûreddin ve Selâhaddin günlerinin Kâmilleri yetiştiren tahlilleri, geleceği gösteren tespitleri, yerini yorumsuz aktarımlara bırakmış. Sosyal bilimciler, istisnalar dışında, arşiv memuru gibi bilgiyi tekrarlamakla yetinmişlerdir. 16. yüzyıla geldiğimizde bu tekrar dahi son bulmuştur. Hatta 15. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında kayda değer bir tarih eseri yazılmamıştır. Sanki dünya durmuş da Müslümanlar, o durgun dünya üzerinde imtihanlarını yaşıyorlardı. Oysa imtihanımızı zorlaştıran ve her yeni nesile iradesini kullanma bağlamında farklı bir sorumluluk getiren dünyanın hareket hâlinde olmasıdır. Müslümanlar, durmadan yol alan dünyadaki son gelişmeleri görmekle değil, olabilecekleri önceden görmekle mükellefler. Bizim mü’min feraseti dediğimiz de budur. Bizi geri bırakan o ferasetin kaybıdır ve o feraseti besleyecek ilimlerin ölümüdür.

BUGÜNKÜ HÂL

Miladi 19. yüzyıldan bu yana İslam dünyası sosyal bilimler alanında ilmi üretim yapmaya geçmedi, ilmi taklit alanında sadece yeni bir aşamaya geçti. Müslümanlar o yüzyıla kadar yaklaşık beş yüz yıl, daha önce Müslümanlar tarafından üretileni taklit ile yetinirken, yerli üretilmişi nakletmeyi ilim sayıp onunla kalırken 19. yüzyılda yabancıyı taklide, yabancıdan nakle yöneldiler.

  1. yüzyılda yazılmış eserlerde, 13. yüzyıl ve daha önce Müslümanlar tarafından üretilen bilgiler aktarılmakla yetinilirken 20. yüzyılda yazılmış Müslüman eserlerinde Batı’da üretilenin taklit ve naklinden başka bir şey yok.
  2. yüzyılda Müslüman bilim adamları istisnalar dışında tarihi okuyup ve mevcut dünyayı gözlemleyerek tahliller yapmak yerine Batı’da üretilmiş tahlilleri çevirmek ve olduğu gibi bize uydurmakla yetindiler.

Sosyal bilimlerde yerli üretimin taklidi, durgunluğa; yabancı üretimin taklidi ise istilaya yol açar. Bugün yaşadığımız kültürel ve fiziki istila da bunun neticesidir.

Allah rahmet eylesin, Seyyid Kutup henüz 1940’lı yıllarda İslam’da Sosyal Adalet adlı eserinin son bölümünü Müslümanların genel olarak ilim ama özellikle sosyal ilimlerdeki durumuna ayırdı. Bu alanda yol gösterici ilkeler ortaya koydu. İslam dünyası ancak 1980’li yıllarda onun ortaya koyduğu ilkelerden yararlanmaya başladı. Ne var ki iç taassup ve Batı korkusu, işbirliği yaparak Seyyid’in bu konudaki hakkının ikrar etmeyi bile engelliyor. Halbuki bizde ilimden istifade kadar alimin takdiri de esastır. Bizdeki ciltler dolusu tabakat kitapları da bu hassasiyetle yazılmıştır. Bu hassasiyet, hem ilme teşvik edicidir hem de ilmin kaynağının bilinmesi açısından önemlidir.

OLMASI GEREKEN

Müslümanlar, gerek bireysel ekonomik gelir sağlama bağlamında, gerek ümmet idealleri bağlamında durumlarını ıslah için 20. yüzyılda en başarılı gençlerini fen ve teknik bilimlere yönlendirdiler.

Bugün o gençlerin önemli bir bölümü heba olurken diğer bir kısmı Batı’nın kurumlarında “hizmet sınıfı” içinde “maaş karşılığı” çalışmaktadır. Buna karşı, İslam dünyasında sosyal bilimler alanında büyük bir açık vardır. Bazı ilgili gençler dışında en zayıflarımızı sosyal bilimlere veriyoruz. Zayıflar ise daima taklide, aktarıma, çeviriye eğilimlidirler. Bunun için bizi harekete geçirecek atılımı bir türlü yapamıyoruz.

İslam dünyasındaki ilmî açık, ancak kabiliyetli gençlerin geçim koşulları ne olursa olsun, dava şuuruyla sosyal bilimlere yönelmeleri, yönlendirilmeleri ile giderilir. Dünyayı; geçmişi ve bugünüyle tahlil edip geleceği inşa edecek aklı ve eylemi üretecek olan bu kabiliyetli gençler olacaktır. Bunu sağlarken fen ve teknik bilimleri de ihmal etmezsek dünyanın teknik zekalarını hizmetimize alır, dünyaya köleler olarak değil, efendiler olarak hizmet ederiz. Unutmayalım ki Müslümanların köle olarak hizmet ettikleri dünya, istibdat ve cahiliye dünyasıdır; efendi olarak hizmet ettikleri dünya ise adalet ve ilim dünyasıdır.