• DOLAR 32.501
  • EURO 34.968
  • ALTIN 2434.039
  • ...

İngiltere`nin siyasetteki rolünü ABD`ye devretmesi, kültürel alandaki rolünün de çoğu zaman göz ardı edilmesine yol açıyor. Oysa İngiltere`nin İslam dünyası ile ilgili üretimleri, hiçbir zaman göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir.

İslam dünyasındaki modernist kültürel dönüşüm, genellikle iki güzergâh üzerinden açıklanmaktadır:  

Birincisinde, ilk etkiyi Fransızlar oluşturmuş, İngilizler onun maddi getirisini almış, Amerika o getiriyi miras almıştır.

İkincisinde, yine ilk etkiyi Fransızlar oluşturmuş, Sovyetler Birliği getirisini almış, bugün onu kısmen Rusya miras almıştır.

Bu iki ana sınıflandırma doğru olmakla birlikte İngiltere`nin saklı, kendisi açısından az sorunlu ve istikrarlı etkisinin arada kalmasına yol açmış, yeterince irdelenmemesine sebep olmuştur.  

Diğer yandan, Büyük Britanya`nın İslam âleminde siyasi olarak yol açtığı sorunlar, dikkatlerin o yön üzerinde odaklanmasına ve kültürel etkilerinin ihmal edilmesine yol açmıştır. Başka bir ifadeyle İngiliz sömürgeciliğinin görünen yıkımı, sömürgeleştirmede tarihsel bilgiden, sosyolojiden, kültürel birikimden yararlanma maharetlerinin yeteri kadar gündemde kalmasının önüne geçmiştir.

İngilizlerin, İslam dünyasını istila etmek, zayıf bırakmak ve ellerinde tutmak için yaptıkları İslam dünyası araştırmalarını beş isim üzerinden anlatmak mümkündür:

1. Sir Thomas Arnold

1864 doğumlu Arnold, ilk eğitiminin ardından Hindistan`daki Aligarh Koleji`nde felsefe öğretmenliği yapmıştır. Sir Ahmet Han`ın Aligarh Koleji ise İslam dünyasında pozitivist, mealci ve nihayetinde tarihselci akımın çekirdeğini oluşturmuştur.

Arnold, 1909-1920 yılları arasında İngiltere`de Hindistan`dan gelen öğrencilere öğretim danışmanı olarak çalışır. İslam Ansiklopedisi`nin ilk İngiliz editörü olur, 1921`de Londra Üniversitesi`nde Arap ve İslâm araştırmaları dalında öğretim görevlisi olarak atanır, aynı yıl o güne kadar Hindistan`da verdiği felsefe eğitimi ve İslam dünyasından öğrencilere yaptığı “danışmanlık”, Büyük Britanya açısından büyük bir hizmet olarak görülür ve kendisine “Sir” unvanı verilir. Acaba Arnold, Müslüman öğrencilere nasıl bir danışmanlık hizmeti yaptı ki onunla “Sir” unvanını kazandı.  

1930`da ölünceye kadar Londra Üniversitesi`ndeki görevine devam eden Arnold`ın dikkati İslam`ın yayılışı üzerindedir. En önemli eseri iki ciltlik “İslam`ın Yayılış Tarihi”dir. İslam dünyasının 20. Yüzyıldaki büyük düşünürlerini de etkileyen bu eserde Arnold, İslam`ın yayılışı altındaki etkenleri tarihsel olarak anlatmaya çalışır, gerçekte İslam`ın insanı etkileme gücünü keşfetmek ister. Ona “Sir” unvanını kazandıran; bu etkiyi kıracak, anlamsızlaştıracak yeni bir anlayışın, Müslümanlar arasında yayılmasına yaptığı katkıdır.

Hep birlikte düşünelim: Aligarh okulunda yetişince, insanlık aklını Batı`da gören bir İslam daveti Batı`da ne işe yarar, kendisi Batılılaşan, Batılıyı nasıl Müslüman yapar?

Aligarh okulu, eğitim sisteminde pozitivistçe bir inanışla İslam`ın mana yönünü öldürüyor, İslam`ı sıradan bir ideoloji hâline getiriyor ve dolayısıyla etkisizleştiriyordu. Bu okulun etkileri mealcilik boyutuna geldiğinde ise artık Müslüman, tabii olarak deistleşiyor ve İngilizlerin tam da istedikleri gibi:  

Bu tür bir “Müslüman”, dine inanıyor ama din onun yaşamında görünmüyor. Allah`a inanıyor, bunun için sosyalist olmuyor ama Allah`a inanması, onun İngiliz sömürgeciliğine karşı bir medeniyet arayışına da sevk etmiyor.

Arnold, Pakistanlı Fazlurrahman`ın hocası değildir. Ama Fazlurrahman, İngiltere`de okumuş, dolayısıyla Arnold`ın öncülüğünü yaptığı İngiliz öğrenci danışmanlığıyla yetişmiş bir teologdur (ilahiyatçı). Fazlurrahman`ın din anlayışında da aslında din, bir pratik olarak yoktur, sadece teoloji (ilahiyat tartışmaları) olarak vardır, dolayısıyla sünnet değildir, sadece zihinsel bir çalışmadır ve neticede o tür bir Müslüman, sadece “küresel bir beşer”dir, onun kendine has bazı inanışları varsa da bir yaşam tarzı, dolayısıyla bir tepkisi ve Batı uygarlığı karşıtlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla onun bir davası olamaz, olsa bile o dava Batılıları etkileyip Müslümanlaştırmaz. Sonuçta böyle bir anlayışla İslam daveti diye bir şey de Batı`da sorun olmaz.

Arnold, bu sonucu doğuracak çalışmalar yaptığı hâlde onun İslam`la ilgili anlatımları Müslümanlar tarafından İslam`a hayranlığı gibi yorumlanmıştır.

2. Arnold J. Toynbee

1889 doğumlu Toynbee, İngilizlerin İslam üzerinde uzmanlaşma döneminin en önemli isimlerindendir.  O, aynı zamanda dikkatini Hindistan`dan Türkiye ve Arap İslam dünyasına çeviren Büyük Britanya İmparatorluğu`nun bu yeni sahasına uygun ilk çalışmalar üretenlerdendir.

Konuyu Arnold`ın kaldığı yerden almış, İslam`ın yayılışı üzerinde değil, medeniyet kurma kabiliyeti üzerinde odaklanmıştır.

Toynbee, I. Dünya Savaşı yıllarında İngiliz Dışişleri Bakanlığı`na bağlı Savaş ve Propaganda Bürosu`nda çalışmış. Sonraki süreçte de Batı medeniyetinin nasıl kalıcı olabileceği üzerinde ısrarla durmuştur. Onun 1975`te ölünceye kadar İslam`la ilgili anlatımları hep bu odakta kaldığı hâlde İslam`ın meydan okuma kabiliyeti ile ilgili görüşleri adeta İslam dostluğuna yorumlanmıştır. Türkiye`de de büyük ilgi görmüştür.

3 ve 4. W. B. Stevenson ve Steven Runciman

Hakkında çok şey bilinmeyen İngiliz tarihçi W. B. Stevenson, 1907`de yayımladığı kitabının daha ilk satırlarında Haçlıların Kudüs`ü istilasının altındaki etkenin Hıristiyanların gücü değil, Müslümanların parçalı olması olduğunu ifade etmiştir.  “Böl-Parçala-Yut” diye özetlenen İngiliz stratejisinin Müslümanlara bakan yönü, onun bu görüşüyle pekişmiş olmalıdır.

Stevenson`ın kısıtlı Haçlı Seferleri araştırmaları 1903 doğumlu Runciman tarafından geliştirilmiş, aynı zamanda diplomat olan Runciman, Stevenson`ın görüşünü aynı ifadelerle tekrarlamıştır ve Kudüs`ün Selâhaddîn tarafından fethini Müslümanların kısmen de olsa parçalılıktan kurtulmalarına, ittifak yapmalarına bağlamıştır.  

Runciman`ın çalışmaları, Toynbee`nin İslam`ın medeniyet yanıyla ilgili araştırmalarıyla hemen hemen aynı süreçte yapılmış ve onun açık bıraktığı savaş tarihi sahasının önemli bir boşluğunu doldurmuştur.

Meseleye diplomat ve tarihçi Runciman`ın penceresinden bakıldığında İngilizlerin İslam dünyası ile ilgili en büyük stratejisi Müslümanların parçalı olmasıdır. İngilizlerin hiçbir çabası, bu stratejinin dışında değildir ve hiçbir İngiliz siyasetçi, bu stratejiyi göz ardı etmemiştir.

5. Bernard Lewis

1916 doğumlu Yahudi Lewis ise II. Dünya Savaşı`nda İngiliz istihbaratının propaganda biriminde beş yıl boyunca çalışmış; İngilizlerin İslam`la ilgili araştırmalarını Toynbee`nin bıraktığı yerden alarak ve Stevenson –Runciman ikilisinin de araştırmalarını ona katıp değerlendirerek Müslümanların zayıf noktaları üzerinde odaklanmıştır.

Lewis, Müslümanların zayıf noktalarının İslam`ın zayıflatılmasında işlev göreceğine inanmış, nihayetinde Batı`ya karşı İslam direnişinin bu zayıf noktalar üzerinden kırılmasını tasarlamıştır. Bunun için Suriye-Lübnan merkezli mezhep azınlıkları üzerinde çalışmış ama Yahudi yanı, dikkatini Filistin üzerinde tutmuş ve israil`in kuruluşuna katkıda bulunmuştur.

Avrupa Şarkiyatçılığını, ABD`nin İngiltere`nin mirasını devralmasını dikkate alarak ABD çıkarları doğrultusunda eviren isimlerin başında yer alan Lewis, şuuraltında Batı uygarlığının geleceğiyle israil`in geleceğini özdeşleştirmiş, israil`in genişleyip yaşamasını sağlayacak formülleri üretmeye ve 2018`de ölünceye kadar bu formülleri geliştirecek öğrenciler yetiştirmeye kendini adamıştır.

Körfez Savaşı`nın da mimarı olan Lewis, her nedense Türkiye`de yine sıradan bir İslam tarihi araştırmacısı gibi tanıtılmış ve Osmanlı Arşivi`nde yıllarca çalışmasına izin verilmiştir.

İngilizlerin İslam`la ilgili çalışmaları bu beş isim üzerinden değerlendirildiğinde şu sonuçlara ulaşabiliyoruz:

1. Arnold, İslam`ın yayılma gücü üzerinde çalışmış, İslam`ı bir din olarak güçlü kılan unsurları tespit ve diskalifiye etmeye odaklanmıştır.

Toynbee, tarihsel sıralamayı takip ederek İslam`ın medeniyet gücünü anlamaya ve diskalifiye etmeye çalışmıştır.

Stevenson ve Runciman, Haçlı Seferleri süreciyle ilgili boşluğu doldurup Müslümanların ihtilaf ve ittifakının Batılılar açısından nasıl sonuçlar doğurduğunu tespit etmişlerdir.

Lewis, İslam dünyasının zayıf noktalarını bulup bu noktalar üzerinden İslam`ın Batı`ya meydan okuyuşunu sonlandırmanın yolunu aramıştır.

Dolayısıyla İngilizlerin İslam karşıtı araştırmaları süreçsel, kişisel ve gelişigüzel değil, planlı ve süreklilik arz eden bir projedir; büyük bir stratejinin karşılığıdır.

2. Değerlendirilmesi bu analizi aşsa da biz Müslümanlar genel anlamda, Fransız Şarkiyatçılığına nefretle bakmışız, Rus-Sovyet Şarkiyatçılarını görmeye bile tahammül etmemişiz. Ama sıra İngiliz Şarkiyatçılarına geldiğinde onları kucaklamış, neredeyse kendimizden bilmişiz ve kendimize “üstad” yapmışız.

Zira İngiliz şarkiyatçılığı sinsidir ve düşmanın en kötüsü, içeriye sinsice sirayet etme kabiliyetine sahip olanıdır.

3. İngilizlerin Şarkiyatçılığı, Müslümanları bölmeye odaklıdır ve bu amacına Müslümanlar arasındaki renkleri tespit edip onlara Müslümanları bölecek gücü vermekle ulaşır. Bu hususta hiçbir şekilde söz konusu rengin fikrine, yapısına bakmaz, sadece onu coşturmanın Müslümanları bölme stratejisine hizmet edip etmeyeceğine bakar. Buna hizmet ediyorsa, onu tanıtır, ona imkân oluşturur, en tehlikeli düşmanı gibi sunarak Müslümanları oraya sevk eder, bir kurtarıcı gibi öne sürer ve nihayetinde onu sadece Müslümanları bölme noktasında tutmak için atağa geçer, önünü keser, bunalımın bir parçası hâline getirip bırakır.

Müslümanların son yüz yıldır boğuştuğu sorunların önemli bir kısmı bu stratejinin eseridir.

4. İngiliz Şarkiyatçılığı, tarihte olup bitmiş bir araştırmacılık değildir, günümüzde kısmen İngiltere ama daha çok ABD ve Kanada`da sürmektedir. İslam dünyasındaki mealcilik, tarihselcilik gibi akımlar bunun ürünüdür. Bu akımları, bir iki ilahiyatçının aklına esen fikirlerin karşılığı olarak görmek yanlıştır.  

 Son dönemde Sünneti inkâr ve İslam'a pozitivistçe yaklaşım ile İngilizler-Evanjelistler dolayısıyla siyonistler arasındaki ilişkiyi kuşkuyla mı karşılıyoruz, abartılı mı buluyoruz?

 Öyleyse son söz olarak sormak gerek:

Mi`rac`ı hatta ilk kıble olgusunu inkâr edenin Kudüs derdi olur mu?