• DOLAR 32.368
  • EURO 34.977
  • ALTIN 2325.269
  • ...

Zaman zaman, asrın çirkefine bulaşma korkusu, işlenmiş günahların nedameti ve salih ameller noktasındaki pasifliklerimizin mahcubiyetiyle kendimize sorarız; ‘acaba imanımın selameti konusunda acilen ne yapmam gerekir?’

Malum, iman hayatın merkezine yerleştirilince, her iş onun ekseninde döner. Zira kâmil bir iman muazzam bir kale gibidir. Kişiyi her türlü manevi tehlikeden muhafaza eder ve bu uğurda mücadele ederken kişinin mukavemetini arttırır. İman hayatın merkezinden uzaklaştırılırsa, tabiri caizse maneviyatın fay hatlarında çatırdamalar başlar ve manevi depremlerin ardı arkası kesilmez.

Bu nedenle, “Ey iman edenler! İman edin...!” (Nisa,136) ayeti gereğince zaten iman etmiş olsak bile, yeniden iman etmek, imanı tazelemek; yıpranan, güçsüzleşen manevi gücümüzü, salih ameller yapmak için bizi iten ve çeken manevi bilincimizi yeniden şarj edecektir.

Teşbihte hata olmaz; nasıl ki çalışmayan veya çalıştırırken sorun yaşadığımız elektronik bir aletin önce elektrik bağlantısını kontrol ederiz, sonra da yeniden başlatırız ve çoğunlukla hiç çalışmayan alet birden bire sorunsuz çalışmaya başlar. İşte bunun gibi, yeniden iman etmekte imanın üzerimizdeki hakimiyetini korur ve hayatımız üzerindeki etkilerini aktifleştirir.

Ancak iman, ihlas ile güçlenir, ihlas ise ihsan ile korunur. Yani Allah’ı (c.c) görüyormuşçasına her işini ve halini tanzim eden ihsan sahibi insan, Allah’ın (c.c) onu daima gördüğünün bilincini doruklarda yaşar ve Rabbiyle olan bağı kuvvetlenerek rızayı ilahi için yaşar yaşaması gerekeni, rızayı ilahi için vazgeçer vazgeçmesi gerekenden. Böylece ihlâsla tutunur iman bağlarına, büyük bir teslimiyetle halisâne sarılır kulluk bilincine.

Söz konusu iman, ihlas, ihsan ve teslimiyet olunca İslam tarihinden bir misal vermek gerekecek. Zira bazen imana ve imana dair çoğu hakikati bizlere anlatacak misalleri çok farklı yerlerde ararken, hemen yanı başımızdaki hazineyi göremeyebiliyoruz...

Abdullah bin dinar (r.a) anlatıyor:

Halife Hz. Ömer (r.a) ile beraber Mekke-i Mükerreme’ye doğru yola çıkmıştım. Yolculuğumuz esnasında dağdan bize doğru bir çoban inip geldi. Bizleri hiç tanımıyor ve sıradan yolcular sanıyordu. Hz. Ömer onu denemek kastıyla ona dedi ki:

“Ey çoban! Bana bu sürüden bir koyun satsana.”

Çoban şöyle cevap verdi:

“Ben bir köleyim.” Bu sürünün sahibi ben değilim. Efendim beni bu sürüyü korumam ve otlatmam için vazifelendirdi, satmak için selahiyetim yoktur.

Hz. Ömer denemesine devam ederek ona şöyle karşılık verdi:

“Satarsın, sonra da efendine bana sattığın koyun için ‘Kurt kapıp yedi.’ deyiverirsin olmaz mı?”

Böyle bir yalanla efendisini aldatmak saf ve temiz çobanın iman anlayışına uygun değildi. Bu sebepten kısa fakat özlü bir soru ile karşılık verdi.

“Fe eyne Allah!” Yani efendime böyle dersem Allah nerede kalır?!! O her yerde hazır ve nâzır değil mi, her şeyi görmüyor, bilmiyor mu; kulları aldatsak bile O’nu aldatmak mümkün mü? Emanete hıyanet eder ve yalan söylersek bizim Allah inancımız nerede kalır!?

Hz. Ömer bu halisâne cevaptan çok memnun oldu, duygulanıp ağladı. Sonra bu dürüst köleyi efendisinden satın alarak azat eyledi. Ve köleye şöyle dedi:

“Verdiğin cevap işte seni kölelikten kurtardı, azat edilmene sebep oldu. Umuyorum ki ahirette de cehennemden kurtulmana vesile olur.”

“fe eyne Allah!”(Allah nerede!?)

Evet gerçekten Allah (c.c) yaşantımızın, tercihlerimizin, zihinlerimizin ve kalbimizin neresinde?

İman gücümüzü yenilemek ve iman selametimizi muhafaza etmek için, hazır manevi bahar iklimi mübarek üç aylara girmişken bu soruyu soralım kendimize:

 ”Fe eyne Allah!?(Allah nerede)

Sonra şu soruyu da ekleyelim:

”Fe eyne tezhebun!?(Bu gidiş  nereye)

Sonra asilikten itaate, başıboşluktan teslimiyete ulaştıracak kutlu bir hicret bilincini kuşanarak, büyük bir azim ve kararlılıkla imanımızın  selameti için, Rabbimizden gelen, “Fefirru ilallah!” (Allah’a firar edin/kaçın) çağrısına ihlas ve ihsanla cevap verelim...