• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Şeffaf olmak, en bilinen tabiriyle açık, belirgin, içi ile dışı bir olmak. Modern dönemlerde bu kavram bir akıma dönüştü ve itiraf kültürünün hizmetine girdi. Kavram karmaşasının içinde onun da içeriği renkten renge girdi.

İtiraf kültürüne gelince o da Michel Foucault'un deyimiyle modernizmin kutsadığı değerlerden birisi. Tıpkı bireycilik, laiklik, eşitlik, demokrasi gibi Batının baş tacı... Şeffaflık adına kirli duyguların, cinsel suçların, özel alana ait en mahrem meselelerin insanların önünde itiraf edilmesi artık bir değer ifade ediyor. Ne şeffaflık ama... Rezalet mi rezalet... Bataklığın ta kendisi...

Yalnız Batıdan bize ithal edilen bu itiraf kültürü iyilik ve güzelliklerin şeffaflaşmasına hizmet etmiyor. Aksine kötü ve ayıp olanların sergilenmesine hizmet ediyor. Nerede bir melanet işleyen varsa bir bir toplumun gözleri önünde çirkefliklerini zorla ya da isteye isteye cesur bir şekilde itiraf ediyor. İyiye doğruya, güzele, ahlaki olana zerre kadar yer yok. Tek şeffaflaşması gereken kişiler kötülük işleyenler, tek şeffaf hale gelenlerse kötülükler.

Amerikan toplumunda bu melanet ilk olarak Talk- Showlarla başladı. Ve bütün dünyaya pazarlandı. Bizde de kopyalanıp Müge Anlı, Esra Erol gibi programlar olarak değişik isimler altında yapıştırıldı.

Bu programlarda katılımcılar en anlatılamaz, en utanç verici meseleleri itiraf etmeye zorlanıyor. Yargılanacak olan kişiye sorulan sorular, hakkında toplanan deliller, dinlenen tanıklar kişiyi köşeye sıkıştırdıkça sıkıştırıyor. Kurulan bu mahkemelerde gerçekleşen telefon bağlantıları, ortaya atılan iddialar karşısında savrulan karşılıklı küfürleşmeler, birbirini suçlamalar ar damarını çatlatıyor. Katılımcılar arasında bir tane düzgün insan yok gibi. Özel, seçili olarak programa getirilmişler. Birçoğu hafif meşrepli, akli ve ahlaki zaafiyeti olan, kişiliksiz, dengesiz, üç kuruşa her kılığa girebilecek insanlar. Program sürecinde aşama aşama şeffaf hale getirilecek kişi çirkefliklerini itiraf etme noktasında baskıya uğrayınca izleyiciler nefesini tutuyor. Elde edilen ipuçları meseleyi nereye götürecek diye kamuoyu merakla bekliyor. Salonda 'yargılama, suçlama, avutma, bağışlama' komisyonu da hazır bekliyor. Ve sıraları geldiğinde tek tek söz alıyorlar. Hangi değer üzerinden, kime göre olduğu belli olmayan analizlerde ve çıkarımda bulunuyorlar. Kimi zaman suçlu kişi üzerinden toplumun değer yargıları, inancı hedefe oturtuluyor, kimi zaman da aile kurumu kurşuna diziliyor, en alçaltıcı betimlemelere uğruyor. Her bir programda bilinçaltına verilen mesaj aynı; 'Aile her türlü entrikaların döndüğü tehlikeli bir yer, en yakın akrabalar şüpheli, aldatmanın adı aşk, tüm suçların kaynağı inanç ve gelenekler'.

Kıyameti, hesabı, mizanı, teraziyi düşünmeyenler, hesaba katmayanlar bir araya gelmiş hesap kitap yapıyor. Ama ne üzerine, hangi gaye ile? Programda kimileri masumiyet kılıfı altında onay alabiliyor, kiminin ürettiği gerekçeler kabul görüyor ve adeta ödüllendiriliyor. Suçu, ayıbı, günahı işlediği sabitleşen kişilerin birçoğu da pişmanlık duyma yerine cesur bir şekilde yaptıklarıyla gurur duyuyor. İzleyiciler arasında mağdur edilen kişinin kendisi ya da akrabası bu gururlanmaya daha fazla dayanamayıp koşa koşa üzerine saldırmaya gidiyor ya da olduğu yerde sinir krizleri geçiriyor, hıncını alamayıp ağzına gelen küfrü savuruyor. Bütün bunlar karşısında tek kazançlı çıkan TV kanalı ve programcısı oluyor. Her bir Program üzerinden ne paralar dönüyor Allah bilir.

Olan, tüm bunları izleyen insanımıza oluyor. Duyguları, hisleri yönlendirilen, bilinçaltına verilen mesajlarla farkında bile olmadan hayatına yön verilen insanımız iyiliğe, güzel olana, hayırlı olana değil kötü olana sevk ediliyor. Sonra Hükümet yetkilileri toplumda gittikçe artan istismar, boşanma, kadına şiddet, cinayet ve tecavüzlere sitem ediyor. Halbuki tüm bu suçların sebepleri arasında birinci derecedeki etken bu programlar değil mi?

Yoksa yetki makamındakiler insanı, kendisini çevreleyen ekosistemden bağımsız, etkilenmez, hissetmez olan bir varlık ya da bir taş olarak mı telakki ediyorlar?

Acaba insanın tertemiz yaratılmış olan doğasına egemen olan sistemlerin başında gelen medyanın yıkıcı etkilerini görememek basiretsizlik mi yoksa vurdumduymazlık mı?

Her gün yaşlısından gencine kadar medyada itiraf edilen kötülükleri izleyen, kafa yoran, olayların analizini yapan, hafızasında yaşatan bir toplumun geleceğinden endişe etmemek ne ile açıklanabilir?