• DOLAR 32.388
  • EURO 35.088
  • ALTIN 2326.612
  • ...

Beş yıl önce değiştirilen yönetmelikle kaldırılan ‘andımız` Danıştay`ın tartışmalı, yersiz ve mesnetsiz kararıyla tekrar ülke gündemine taşındı. Karar ikiye karşı üç oyla alındı. Metninde sıkıntıların olduğu ‘andımız`ın tekrar ülke gündemine taşınmasına sebep olan kararın, alevlenecek bir fitneye kaynaklık etmekten başka bir işe yaramayacağı açık. Farklı etnik unsurların yaşadığı ülkede herkese aynı ırktan olduklarını zorla söylettirecek kadar nezaketsiz, saygısız ve zorbaca bir dayatma olamaz.

Burada siyasi cenah ve hükümetin de attığı adımların şekliyle ilgili bir sorgulamanın olması gerektiği ortaya çıkıyor. Demek ki ırkçılık ve ayrımcılık kokan bu metnin tekrar ülke gündemine gelmemesi için daha esaslı adımlara ihtiyaç vardı. Yarın öbür gün başörtüsüyle ilgili de yine bunlar veya başka üç kafadar ‘olmaz, yasakladık` derse kim ne diyecek!

Etnik kökenleri farklı çocuklara her sabah kar-kış demeden şoven kokan bir metni dayatmanın hiç bir hukukî, bilimsel hatta insanî yönünün olmadığı ortada.

Danıştay`ın, sözü edilen metnin, yani ‘andımız`ın kaldırılmasının bilimsel bir dayanağının olmadığını vurgulamakla beraber andımızın ‘çağdaşlık ve mutluluk kaynağı` olduğu gerekçesini ileri sürmesi de bir hayli ilginç.

Danıştay`a göre, ‘Türk Devletini ve milletini ebediyete kadar yaşatacak, çağdaş uygarlığın ve medeniyetin ortağı ve öncüsü yapacak, toplumun ve kişilerin refah, huzur ve mutluluğunu sağlayacak yeni nesillerin yetiştirilmesi olan milli eğitim sisteminin temel amaçlarını gerçekleştirmesini içeriği itibarıyla sağlamaya yardımcı olabilecek niteliktedir` öğrenci andı.

Danıştay kararında hak-hukuktan da söz ediliyor. Andın kaldırılmasını haklı ve hukukî görmüyor. Bu demek oluyor ki Danıştay, Türklerin dışında Kürt, Arap ve daha başka bütün etnik yapıların çocuklarına her gün ‘Türküm` dedirtmeyi haklı, ‘kendi varlığını başkasının varlığına kurban etmeyi` de hukukî buluyor. İçtima!!! Hazrol!!! Geriii dön!!!

 

‘Önce insan öncelik adalet`

Yirmi güne yakındır Suud`un İstanbul Başkonsolosluğunda gerçekleştirildiği ifade edilen muhtemel bir vahşeti, bir dehşeti konuşuyoruz.

Bu arada korkunç bir cinayete kurban gittiği düşünülen Gazeteci Cemal Kaşıkçı`nın olayıyla ilgili Türkiye`de 7`den 70`e neredeyse herkesin soğukkanlı ve teenni modunda görünüyor olması bir hayli dikkat çekici.

‘Suudla savaş başlatılsın, ilişkiler bitirilsin, onlarla kavgalı bir siyaset güdülsün` şeklindeki bir yaklaşım maşalar üzerinden cinayeti organize edenlerin işine yarayabilir, ancak olayın ciddiyeti nedeniyle atılacak adımların ivedi olması, insan hayatına verilen değerin göstergesi olurdu. En azından aramaların bu kadar geciktirilmeden yapılması gerekmez miydi? Olayın yaşandığı mekânların suç unsurlarından arındırılmasına yarayan gecikmenin nasıl bir izahı olabilir? Yarın öbür gün hiç bir delile rastlanmadı dense şaşmayın.

O binada ‘temizlik` için sonuna kadar mühlet tanındı... Suud`tan ekipler geldi, gitti. Hem Başkonsolosluk hem de Başkonsolos konutu yeniden boyandı. Başkonsolos kaçtı ve bütün bunlar dokunulmazlık saçmalığıyla savunuldu. Oysaki ağır suçun dokunulmazlık yanı yok ve olamaz da. Başkonsolosun döneceği haberi yapıldı, ancak dönüşünden umut kesilsin diye bu sefer hanedan tarafından kendisi görevden alındı. Üç gün önce de cinayete iştirak ettiği ifade edilen ve Kraliyet Hava Kuvvetleri`nde pilotluk yapan 34 yaşındaki Teğmen Meşal Saad el-Bostani şüpheli bir trafik kazasıyla ortadan kaldırıldı.

Hanedanın mafyavari tutum ve direnci devam ediyor/edecek. Olayın üstünün örtülmesi için her şeyi yapacaklar. Çünkü özellikle veliaht için bu iş ölüm-kalım meselesine dönüştü.

Her ne kadar bir gazeteci koca bir şehrin ortasında ama büyük bir gizlilik ve ultra bir profesyonellikle öldürüldü veya kaçırıldıysa da gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkması gibi bir huyu var. Cinayetin şekli ve faillerin kimlikleri işin vahametini katmerleştiriyor. Bu ağır suç, sorumluları berhava edecektir sanki.

Burada herkes kendi çıkar ve ilişki düzeyini düşünerek uygulanması gereken prosedürleri ağırdan alma yoluna gitmiş olabilir. Ve bu da büyük bir uzmanlık ve işbilirlikle tavsif edilmiş olabilir, ancak ahlak, adalet ve etik gibi değerler tersini ifade ediyorsa, başka söze gerek yok. Büyük bir cinayet konuşuluyor ve failler rahatlıkla yurt dışına çıkabiliyor.

Olması gerekenler esas alınmaksızın, çıkar ve siyaset endeksli kazanımların kaybedilmesinden endişe edilerek hareket edilen yerde, çok daha önemli değerlerden bigâne kalınmış olur. Hukuk, adalet, kişinin yaşam hakkı ve bunlar için mücadele... Bunlar kazandıkça biz kazanacağız. Bunların olmadığı yerde, varlığı düşlenen kazanımlar yoktur ve heyuladan ibarettir.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İlnur Çevik`in bir köşe yazısındaki, ‘Türkiye, Veliaht Prens Selman`ın yaptıklarına karşı bu olayı kullanıp dünyayı Suudilerin başına yıkmak yerine yine Kraliyet ailesine dostluğunu gösterip olayı fazla deşelemeden, aksine iyi niyetle adımlar atarak Kral Selman`a yardımcı oluyor...` şeklindeki satırları doğruysa şayet, olayın olduğundan farklı neticelendirileceğinin habercisi. Buna da hukukun üstünlüğü denmez herhalde.

Trump az bir süreliğine cezaevinde kalan adamı Brunson için Türkiye`yle her yönlü adeta savaş ilan ederken, gazeteci cinayeti üzerine ise ‘silah satışının kendileri için önemli olduğu` vurgusunda bulunması tıynetlerini ortaya koyması bakımından önem arz etmekteydi. Onlar ödemeye bakarlar. Pompeo`nun Suudi`yi ziyaret ettiği geçen gün, Suudi yönetiminin ABD`ye 100 milyon dolar bağışladığı ifade ediliyor.

Bunlar bu işten gelecek para miktarı ne olur, onu esas alırlar. Ancak her zaman, yapılan/yapılacak ödemenin şekli ve miktarı, sindirilmiş halkın ‘eyvallah`ıyla karşılaşmayabilir. Kralcıkların altından kalkamayacağı bir ödeme miktarı, onları hak ettikleri yere gönderebileceği gibi, ödemeye zorlayanların kursaklarını da tıkayabilir.

Dinin geçmediği, İslam`ın olmadığı şehirlerin, vadilerin inşası için verilen vaatler bile tarafları kurtarmayabilir. Kapitalist dürtülerle hep aç duran Trump, kralcıkların derdinden ne anlar? ‘Getirin, yoksa sizi yerim!!!` der ve başka da bir şey demez.

Onun için çıkar yollu olmaktan çok adalet, hukuk, ahlak ve etik merkezli hareket etmek en doğru olanıdır.

HÜDA PAR`ın var gücüyle seslendirdiği, ‘Önce insan, öncelik adalet` tezi, burada da bizim son sözümüz olsun.

Silm ve selam ile...