• DOLAR 32.504
  • EURO 34.783
  • ALTIN 2499.528
  • ...

İslam dünyasında Batı tarzı edebiyat, varlığı kendinde başlayıp biten bir akım olarak ortaya çıkmadı. Bizdeki edebiyat, birkaç gencin dünyadaki iletişim olanakları içinde Batı`yla kurduğu ilişkinin edebî sahada tutumlara tabii yansımasından da ibaret değildir.

Batı tarzı edebiyat, İslam dünyasında Batı`nın İslam dünyasına doğru bir operasyonu olarak başladı, hâlâ aynı çizgide devam ediyor.

Batı, Fransız İmparatoru Napolyon`nun Akka`ya takılmasından sonra edebiyatı, İslam dünyasının fiziki işgali için öncü bir güç olarak kullandı; fiziki işgal için zihinsel işgali zorunlu buldu, edebiyatı zihinsel dönüşümü Batı lehinde dönüştürecek bir güç olarak organize etti.

Edebiyat, Osmanlı bağlamında 1850`li yıllardan itibaren Batı lehine bir dönüşümün yolunu açmak için sömürgecilikten yana bir fonksiyon gördü.

19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca edebiyatta kalemler düzenli olarak Batı lehine işledi. Edebiyat, bir yandan fikrî değişim meydana getirmek için faaliyet gösterdi, öte yandan nefsani arzuları kışkırtmak için üretimde bulundu.

Şinasî`nin ilk tiyatro eseri “Şair Evlenmesi”nde konu, “görücü usulü” adı altında İslamî tarz evliliktir. Şinasî, İslam kaynaklı toplumsal tutumlara karşı Batı hesabına çalışan bir “kalemli kuvvetler” mensubuydu. Onun hedefine koyduğu, İslam`ı halka anlatmakla görevli hocalardı. Batı hesabına hocalarla savaşarak gazete açabilmiş ve bir edebiyatçı olarak tanınma imkânını elde etmişti.

Şemsettin Sami`nin ilk romanı “Taaşşuk-i Talat ve Fitnat”ın konusu da “görücü usulü” evlilik adı altında İslamî tarz evliliktir. Milliyetçi bir kisve altında kendini saklamaya çalışan Şemsettin Sami de İslam kaynaklı toplumsal tutumlara karşı Batı hesabına çalışan bir “kalemli kuvvetler” mensubuydu. Onun hedefine koyduğu, İslam`ın tutumlarına daha çok yansıması beklenen, İslam`ın tutumlara yansımasının ölçümünde özellikle göz önünde tutulan hacılardı.  Şemsettin Sami, Şinasi`nin yolunu tuttu; Batı`nın İslam dünyasını parçalayarak ve zihni dönüşüme uğratarak ele geçirme operasyonunda görev aldı.

Onlardan sonraki Servet-i Fünun kuşağı ise Batı konusunda kraldan kralcıydı. Servet-i Fünun nesli, Batılı yaşamın en uç tarzını İstanbul`da yaşanıyormuş gibi göstererek o yaşam tarzını normalleştirmek için Batı hesabına savaştı. Batı`nın konsoloslukları ve Batı güdümündeki azınlıkları, onların doyumsuz nefsanî arzularını tatmin aldatmacasına hizmet eden ortamı oluşturuyor. Onlar da buna karşılık Osmanlı`yı parçalamak için kalemleri ile savaşıyorlardı.

Kendilerinden sonra gelen ve milliyetçi görünen bazı kalemler onlardan daha beter durumdaydılar. Kur`an-ı Kerim`e karşı duran Yakup Kadri Karaosmanoğlu`nun eserlerini Tevrat`tan cümlelerle donatması malum bir durumdur. Onun “Yaban” romanı ise Şinasi`nin hocalara, Şemsettin Sami`nin hacılara yönelik savaşının devamından başka bir şey değildi. Yakup Kadri, hacısız hocasız bırakılmış bir Müslümanlığı köylere kadar ulaşarak halksız bırakmak istiyordu.

Aynı dönemden Reşat Nuri Güntekin ise “Yeşil Gece”de görüldüğü gibi İslam`la savaşacak bir sivil ordu hayalindeydi. İstanbul`un Parisleştiğini görmek onların en büyük hedefiydi.

Onların hiçbir eseri, salt edebi bir eser değildir, bir savaşın, bir operasyonun parçasıdır. İstanbul`da takıldıkları azınlık çevreleri, Ankara`ya ulaşmış gazeteci kılıklı Fransız kadınları onlara bunun için hizmet ediyordu.

Cumhuriyet Dönemi`nde sosyalist toplumsal gerçekçiler, Sovyet Rusya`nın “kalemli kuvvetleri” idi. Rakı edebiyatı ve fuhuş güzellemelerinden başka edebî bir vasıfları bulunmayan bu tipler, halkın dil sermayesini sosyalizm için kullanarak “Sol dünya”da baş tacı ediniyorlardı.

Onların kuşaktaş, kimi zaman da yoldaş olan II. Yeni edebiyatçıları ise II. Dünya Savaşı ardından Batı sokaklarında görülen bütün rezaletleri sözde bilinçaltındaki faaliyetleri içinde edebiyata taşıyorlardı. Hepsi İsmet İnönü`nün yaveriydi sözde, gerçekte Batı`nın sömürgecilik faaliyetlerinin kalemle çalışan bir personeli durumundaydılar.  

1980`li yıllarda edebiyat suskunluk sürecine girmiş görünürken 70`li yılların solcu “kalemli kuvvetler” den Çetin Altan`ın evlatlarının kurmaylık ettiği bir “liberal edebiyat” sahaya çıkıyordu. Ahmet Altan`ın genelkurmay başkanı olduğu bu edebiyat, Türkiye`nin Batı hesabına liberal çağa hazırlanması için operasyona başlıyordu.

Bütün sermayeleri Batı`da ayyuka çıkan fuhuşattı, sloganları liberalizmin sözde “serbestiyet” ilkesinin yansıması olan “arzularda sınırsızlık”tı.

Operasyon, 15 Temmuz`a kadar adım adım işledi. Üretilen eserler, 1`le sınırlı kalsa da Nobel Ödülü alacak kadar Batı`nın takdirini kazanmıştı.

Batı`nın son büyük mirasçısı Amerika, Altan`lar ailesine her tür imkânı tanımıştı. FETÖ ile yakınlığı olan isimler üzerinden Taraf gazetesi hizmetlerine verilmiş, başında “yeni” sıfatı bulunan, adındaki son aydınlığa denk gelen, karanlık bir gazete ve FETÖ üzerinden ailenin üretimi dindar kesime de taşındı. Kendilerince Müslüman çocuklarının Batı`nın her kötülüğünü normal görecekleri bir ortam hazırlanıyordu. Biz, Batı`da ne varsa bunu bilecek, onu normal karşılayacak, geçmişten bugüne yaşanan insani bir hâl olarak değerlendirip asla ondan nefret etmeyecektik.

Bununla bir taşla iki kuş vuruyorlardı:

1. Dindar olmayan kesimi güncel Batı`ya uydurmak

2. Dindar kesimden buna tepki gösterecekleri yumuşatmak.

FETÖ`nün gidişiyle bu operasyonun kimi isimleri hapiste, kimileri yurt dışında ama operasyonlarına devam ediyorlar.

Bir yandan Türkiye`nin FETÖ sonrasında “Son tarz Batıcılar” için nasıl yaşanmaz olduğunu gösterip “Son tarz Batılıları” Türkiye aleyhine kışkırtıyorlar; diğer yandan her açıklamalarıyla aslında “liberal” bir kampanya başlatıyorlar. “Kötülüğün önderleri” olarak toplumu İslam`a ait her tür değerden uzaklaştıracak faaliyetlere kendi cephelerinden öncülük ediyorlar.

Ne yazık ki zaten müfredatta yer almayan son dönemin bu “kalemli kuvvetler”i dışındaki bütün sömürge kalemleri hâlâ müfredatta duruyor. Edebiyat fakültelerinde “bize ait” kalemler olarak baş tacı ediliyor, eğitimin alt kademelerinde de öğrencilerin bunları “biz”den birileri olarak, hatta büyüklerimiz olarak görüp okumaları, sevmeleri, saymaları zorunlu koşuluyor.

Hep birlikte yaman bir tutarsızlık içindeyiz.