• DOLAR 32.587
  • EURO 34.815
  • ALTIN 2508.534
  • ...

D-8 arayışı günlerini hatırlayalım. Refah-Yol hükümeti zamanıydı ve dönemin başbakanı merhum Necmettin Erbakan sekiz İslam ülkesi arasında ekonomik işbirliği ittifakı tasarlamıştı.

İslam dünyasının büyüklüğü ve Müslümanların imkânları düşünüldüğünde bu mütevazı bir girişimdi.

Bu mütevazı girişim, Müslümanlar arasında büyük bir sevinç doğurmuş; dünya güçleri ve onların yerel uzantılarının paniğe kapılmasına yol açmıştı.

Müslümanların sevinci neyin arayışı idi ve uluslararası güçleri korkutan neydi?

Müslümanlar neye hasret duyuyorlardı ve uluslararası güçler hangi yaşamsal kaynaklarının kuruyacağından endişe ediyorlardı?

Başka bir noktaya bakalım. Suriye ile Türkiye arasındaki mayın tarlası, Suriye`nin bu en karışık olduğu günlerde bile ne işe yarıyor?

Daha az alan işgal eden teknolojik engellerin yaygınlaştığı bugünün dünyasında mayın tarlasının güvenlik alanında Türkiye`ye ne katkısı var?

Her fiziki yapı gibi mayın tarlasının da bir maliyeti var. Mayın tarlası yapılan alan, dünyanın en verimli tarım arazilerindendir. İsrail gibi yapılanmaların bir karış tarım arazisi için savaşı göze aldıkları, İngiltere gibi ülkelerde halkın neredeyse pencere kenarlarını sebze üretimi için kullandığı bir dünyada mayın tarlası olarak kullanılan verimli tarım arazisi niye hâlâ atıl duruyor?

Türkiye, 60-65 yıldır bunun karşılığında ne elde ediyor? Ki bu tarlanın yol açtığı kayıp, o gelirin yanında küçük kalıyor?

Diğer yandan mayın tarlasının aynı zamanda psikolojik bir maliyeti var. 60-65 yıldır yüzbinlerce insan mayın tarlasının öbür tarafındaki çocuklarıyla, kardeşleriyle, amcalarıyla, halalarıyla, dayılarıyla, teyzeleriyle özgürce görüşememenin acısını yaşadılar. İnsanlar birbirlerinin görüş mesafesinde olup da onlarca yıl iki kelam edememenin, birbiriyle kucaklaşamamanın acısıyla hastalandılar, o acıyla can verdiler.

Türkiye, bu mayın tarlasından ne kazanıyor ki kazandığı bu acılara değiyor?

Her devlet, toplumunu kendi uygulamaları ile ilgili ikna edecek ve o ikna ile acısını hafifletecek bir izah yapmak ister. Bugüne kadar mayın tarlasının gerekliliği konusunda bir izah yapılmamışsa bunun toplum tarafından kabul edilebilir bir izahı olmadığı içindir.

Müslümanlar bir şey istiyor ve bu istek izahsız bir şekilde gerçekleşmiyor. Bunun yol açtığı bir ‘umutsuzluk` var. Bunu engelleyenler, umutsuzluğun geleceğe yansımalarını hesaba katıyor.

M. Tahhan, “Günümüz İslam Dünyası`` adlı kitabının girişinde şu sözlere yer veriyor: “Neslimiz hayata gözlerini açtı açalı... Karşılaştığı olayları anlamaya başladı başlayalı... ‘Değişimi` beklemektedir. Ancak her yeni ile karşılaştıkça bunun öncekinden daha kötü olduğunu görmektedir.”

Çünkü uluslararası güçlerce hedeflenen, Müslümanların birliği yönünde bir değişimin olmaması ve bu yöndeki her adımın ağır bir umutsuzluğa yol açarak Müslüman kitlelerin değişim arayışından büsbütün soğutulmasıdır, ürkütülmesidir. (1)

Uluslararası güçler, bu ölçüde planlı ve birbiri ile bağlantılı mı çalışıyor? Ne yazık ki evet!

Sezai Karakoç, Mavi Marmara gemisine yapılan saldırıyı şöyle değerlendiriyordu: “Soğuk Savaş`ı sona erdirdikten sonra düşman ilan ettikleri İslam`a, Batı`nın açtığı topyekün savaşın 10 yıllık bir sahnesi. İslam`ın doğuşundan bugüne kadar Batı`nın ve Doğu`nun kesilmeyen, çağlar ve yüzyıllar boyu süren, tarihi alt üst eden, şehirleri ve medeniyeti yıkıma uğratan saldırılarının son 10 yıllık kesiti.” İslam dünyasındaki her uluslararası güç girişimi, bu ‘süreklilik` ve ‘planlılık` mantığı içinde görülmezse doğru değerlendirilemez, amacı ve neticesi tam anlaşılamaz.

Sovyet Rusya ile Amerika arasındaki adeta ‘anlaşmalı gerginlik, dengeli çift kutup` yıllarına, Soğuk Savaş süreci deniyor.

O süreçte ve ondan birkaç yıl sonrasında İslam dünyasını, bir fotoğraf mahiyetinde bile olsa bir araya getiren bir İslam Konferansı Teşkilatı vardı. Çoğunluğu Müslüman olan ülkeler bir yana, içlerinde Müslüman azınlıklar bulunan ülkeler bile o teşkilatta yer almak için adeta yarışıyordu.

Dünyanın tek kutba büründüğü yeni süreçte öyle bir sığınağa daha çok ihtiyaç yok mu? Bugün o teşkilatın gündemden adeta silinmiş olmasının İslam dünyası gerçekleri açısından bir izahı yapılabilir mi?

Dünya Müslümanları böyle bir teşkilat olmasın mı istiyorlar? Bu teşkilatın zayıflatılmasında Müslümanların bir çıkarı vardı da bu teşkilat onun için mi zayıflatıyor?

Hayır, dünya güçleri her adımda dünya Müslümanlarına “Sizin talep, tercih, ihtiyaç, hasret ve üzüntüleriniz bir şey ifade etmiyor? Siz, dünyayı yöneten yapı için bir bütün olarak hesabın içine çekilecek bir güç değilsiniz. Aksine siz, parçaları üzerine hesap yapılan bir güçsünüz. Her biriniz kendinizi böyle bir parça olarak (hatta Obama`nın bir önceki seçiminden sonraki Mısır gezisinden bu yana sadece birer fert olarak) kendinizi konumlandırın ve dünya sistemine bağlanın, diyorlar.

Açık bir ifadeyle siz ‘Ümmet` olarak yok olmalısınız ancak birbiriyle çatışan topluluklar ve en son ibadetlerinde özgür fertler olarak var olmalısınız. Ya sonraki adım: Hiçlik.

Bu bir dayatmadır ve bu dayatmanın mantıki temelleri oluşturulmaya çalışılıyor.

Uluslararası güçler, İslam dünyasında bu dayatmalarına uygun bir ortam oluşturuyor. Hukuki bir ifadeyle onlar kendi tasarımları için delil üretiyor, tarihimizden ve bugünümüzden etnik ve mezhepsel ihtilafları güncelleştirerek bu yönde onlardan istifade yolları arıyor, bize dönüp “Problemin kaynağı kendi gerçeklerinizdir, bizde bir suç aramayın” diyorlar ve ihtilafın acılarının sorumluluğundan sıyrılıveriyorlar.

Ümmet, ittifaka hasret duyuyor; düşman, ümmetin ihtilafına. Ümmet, ittifakında selamet görüyor; düşman, bu ittifakta kendisi için felaket. Ümmet, ihtilafında felaket buluyor; düşman, bu ihtilafla kendisi için hayat.

Dolayısıyla ihtilafların güncellenmesi için çalışmak, ihtilaf değirmenine Batı sosyal biliminin maymunca Darwin`in biyolojik anlayışından toplum bilimine taşıdığı asimilasyon (etnik ve mezhepsel eritmeye) su taşımak, uluslararası güçlerin bizzat hizmetinde olmaktır ve ümmete bizzat düşmanlık etmektir.

 

 ÜMMET bir deney tüpünde

Toplumlar arasında insan üretiminde iki sınır vardır: Fiziki sınırlar ve zihni sınırlar.  Fiziki sınır, Türkiye ile Suriye arasındaki mayın tarlası gibidir.

Zihni sınır ise etnik ya da mezhepsel farklar ve benzerleri konusunda topluma bazı bilgiler verilerek, toplumlar arasında çatışmalar çıkarılarak onların birbirlerini sevmediklerinin, birbirlerinin aleyhinde çalıştığının onlara inandırılmasıdır.

Zihni sınırlar, gözle görülüp elle tutulmamasına rağmen fiziki sınırlardan daha kalıcıdır.

Dünyada esas olan, tarihi ve zihni sınırların fiziki sınırlar doğurmasıdır. Birbirini sevmeyen iki komşunun arasına bir duvarın örülmesi gibi. (Burada “sevgisizlik`` zihni sınırı, “duvar`` fiziki sınırını doğurmuştur ve bu, tabii bir durumdur.)

Bu mantık içerisinde kendilerini ‘ulus` olarak gören yapılar kendileri için ‘ulus devlet` meydana getirirler. Zihnen Kendisini çevre toplumlardan ayıran bir yapı, kendisi için bir ulus devlet inşa eder. Dolayısıyla dünya gerçeğinde ‘ulus devlet`, ulusların varlığından sonra gelir.

Oysa İslam dünyasında buna tam ters bir yapı işletildi: Önce ‘ulus devletler` üretildi, sonra o ulus devletlere kendileri için “ümmetten kopmuş (çevrelerindeki Müslüman toplumlardan ayrışmış ve onlara düşmanlık besleyen) birer ulus inşa edin; kendinizi ümetten ayırarak varlığınızı ispatlayın” dendi. Onlara bu yönde bir görev verildi.

Ulus devletlerin fiziki sınırları ile maddi kaynaklarımızın bir araya gelmesi engellenecek, birimiz aç iken diğerinin tok yatmasını sağlayacak bir ortam üretilecek, neticede aramızda “rahm`` kalkacağından önce nefret belirecek, ardından birimiz kendisinde bulunmayıp komşusunda bulunana göz dikecek, onu elde etmeye çalışacak. Böylece çatışmanın maddi zemini hazırlanacak. (Dikkat edilirse bu zenginle fakir arasındaki varlık farkının -arada ‘rahm` yoksa- yol açtığı psikoloji ve doğurduğu neticelerin toplumlara uygulanmasından başka bir şey değildir.)

Ulus devletlerin eğitimi ve dış destekli pahalı kültür projeleri ile de fertleri İslam karşıtı ideolojilere ve İslam dışı bir hayata sürükleyerek ümmetin temelini oluşturan ‘iman bağı` zayıflatılacak, onun yerine ‘ulus farkı` öğretilecek; böylece ‘zihni bağa` karşı zihni bir ayrılık işletilecek, cetvelle çizilen ulus devlet sınırları zihni destekle kalıcılaşacak, İslam dünyası ebediyen bir daha bir araya gelmeyecekti.

Ama büyük İslam davetçilerinin gayretleri, bütün baskı ve işkencelere rağmen durdurulamayan İslami hizmetler, ulus devletlerin seküler eğitiminin etkisini toplumun bir kesimi için bile olsa kırdı. Öyle bir eğitime ve her tür dış destek sağlanmış kültür girişimlerine rağmen ‘ümmet ruhu` bir ölçüde de olsa korundu. Bunun önemli bir delili, beş-on yıl önceki Türkiye-Suriye örneğidir.

İki devlet de ‘ulus devlet` eğitimi ve kültürü ile Müslüman iki toplum arasında ayrılık üretti. Suriye, kendi halkına “Türkler yüzyıllar boyunca bizi sömürdü” dedi; Türkiye okullarında da 80 yıl boyunca “Araplar bize ihanet etti” dendi. Böyle büyük bir zihni yatırımın ‘zihni ayrılık` sonucunu doğuracağı beklenmişti. Oysa beş-on yıl önce iki toplumun koşulları değiştiğinde iki toplumun birbirine nasıl da muhabetle bağlı olduğu, İslam dünyasında fiziki ulus devlet sınırlarının asla kalıcı olmayacağı ortaya çıktı.

Bu, bize görünen bir örnekti. Oysa daha önce nice vaka Batılı toplum bilimcilere, İslam dünyasındaki ulus devlet modellerinin tutmadığını göstermiş ve onlar daha güçlü arayışlara girişmişlerdir. Sovyet Rusya`nın yıkılma işaretleri verdiği günlerden bu yana bütün hesaplar, bu yeni ihtilaf projesi doğrultusunda geliştirildi. Bu yönde özellikle Suudi ve çevresi merkezli büyük yatırımlar yapıldı. Kâbe-i Şerif`in yanı başında hacıların taranması (sanırım 1988 idi) belki bu projenin önemli bir parçası idi. Pakistan ve Hindistan`daki mutedil Şii yapının gittikçe fanatik bir söyleme sürüklenmesi ve bu söyleme eylemci gruplar eliyle ceza verme sahnelerinin seyrettirilmesi de bu yöndeki gelişmelerdir. (2)

Dünyada nefret, katliamlara yol açar. Oysa İslam dünyasında önce katliam yaptırılıyor, sonra ondan nefret üretiliyor. Her katliam adeta bir sosyal deney hatırına yapılıyor. Ardından o deneyin neticeleri titizlikle değerlendirilerek yeni bir aşamaya geçiliyor.

Bu haliyle İslam dünyası adeta bir deney tüpü içine alınmış. İhtilaflar kışkırtıldıkça bu hal devam edecek. Öyleyse İslam dünyasında ihtilafa hizmet, Müslümanların esir (köle) kalması yönünde çalışanlara hizmettir. Vahdet için çalışmak ise ümmetin esaretten kurtuluşu için çalışmaktır.

Notlar:

1. Türkiye`de yakın bir döneme kadar kimi dindar yapıların değişim karşıtı partilere oy vermesi bunun eseridir.

2. 300-400 yıldır Hindistan yarımadası İslam dünyası için bir laboratuvar işlevi görmektedir.