• DOLAR 32.376
  • EURO 34.97
  • ALTIN 2325.65
  • ...

Bu yazıyı yazmadan henüz iki gün önce, sırdan bir haber bültenini dinliyordum. Birkaç dakikalık haber bülteni içinde Türkiye’deki yabancı uyruklularla ilgili iki haber geçildi. İkisi de suç işleme ile ilgiliydi. İstanbul Bahçelievler’de Aleksandar adlı bir inşaat ustası, inşaat sahibini bıçaklayarak katletmiş. İstanbul Aksaray’da ise bir otel sahibi, yine yabancı uyruklu biri tarafından ağzına yastık bastırılarak katledilmiş… İki suçlu da Suriyeli değildi ve sıradan bir haber olarak gelip geçti…

Bu bağlamda Eskişehir’deki bir giyim firması sahibi ve hanımının geçen Mayıs ayında yaşadıklarını hatırladım. Soyguncular, bizzat hizmetlileri idi. Moldovalıydılar… Vaka, bütün Türkiye gündemine yerleşmiş olmasına rağmen yaşanıp geçti…

Türkiye’de yüz bine yakın, iskânı olmayan Ermeni kaçak çalışandan söz ediliyor… Gürcü çalışan sayısı da ondan az değildir.
Son dönemlerde Özbek, Kırgız gibi Orta Asya kökenli on binlerce kadın dadılık, yaşlı ve hasta bakıcılığı gibi işlerde çalışmak üzere İstanbul’a yerleşti. Aynı iş için Doğu Rusya’dan gelenlerin sayısı da az değildir hatta Afrikalıların…

Ne sözü edilen yabancı uyrukluların karıştıkları suçlar “mülteci karşıtı milliyetçileri” ilgilendiriyor ne de sözü edilen yabancı uyrukluların Türkiye uyruklular için yol açtıkları işsizlik…

Bugüne kadar, “mülteci karşıtı milliyetçileri”n Arap-İslam kökenli olmayan mültecilerin karıştıkları suçlar ve yerliler için yol açtıkları işsizlikle ilgili, bırakın bir protestoları tek bir açıklamaları yok…

Arap-İslam aleminden gelen mültecilerin, Suriyeliler dahil, Türkiye’de suça karışma oranları çok düşük. Suç işleme tablolarında neredeyse hiçbir yıl, herhangi bir Arap-İslam ülkesinin yurttaşları ilk on sırada yer almıyor.

Türkiye’de suç işleyen mültecilerin önemli bir çoğunluğu Doğu İslam alemi ve eski Sovyet ülkeleri vatandaşlarıdır.

Yine Arap-İslam aleminden gelen mültecilerin önemli bir çoğunluğu, Suriyeliler dışında, çalışmıyor; daha çok müreffeh Arap ülkelerindeki yakınlarından ve vakıflardan aldıkları katkı ve yardımlarla geçiniyorlar. Dolayısıyla Arap-İslam aleminden gelen mülteci veya yerleşimciler, Türkiye yurttaşları için işsizliğe de yol açan kesimler arasında yer almıyor.

Hâlbuki “mülteci karşıtı milliyetçilik”,  özellikle Arap-İslam alemi kökenli mülteci ve milliyetçilere karşı işliyor.

Milliyetçilik, adına neredeyse her gün Arap-İslam âleminden gelen mülteci ve yerleşimciler için Tag’lar açılıyor. Özellikle işsizlik rakamları üzerinden Arap-İslam âlemi kökenli mülteci ve yerleşimciler sosyal medya ortamında hedef gösteriliyor, linç ediliyor.

Hükümetin Suriye’den mülteci kabul politikasının insani, ticari ve siyasi olmak üzere üç amacı vardı.

Hükümet, BAAS zulmünden kaçan milyonlarca kadın ve çocuğun çığlığına “Fransız” kalamazdı.

Suriye’de katliamlarla anılan bir savaş söz konusu iken Türkiye’nin bir mülteci dalgası ile karşılaşmaması düşünülemezdi. Türkiye de ben kapıları kapatıyorum, gelemezsiniz, diyemezdi. Hükümet, doğru olanı yaptı ve kapıları milyonlara varan mağdurlara açtı.

Öte yandan 2011’den sonra dünyada bir kriz hissi vardı. Hükümet, Suriye’den gelen yaklaşık dört milyon nüfusun ekonomiye doğal bir canlılık getirmesini umdu. Ayrıca yüz binlerce yeni iş gücünün dara giren ekonomiye ucuz işçi sağlayacağını düşündü. Dolayısıyla özellikle nitelikli Suriyelilerin Türkiye’ye göçünü belli yöntemlerle teşvik etti.

Bu politikasında başarılı oldu. Bununla ekonomik krizi büyük ölçüde hafifletti. Suriye’den gelen nüfus olmasaydı dünya genelindeki üretim sektöründe yaşanan daralma Türkiye’yi de şiddetli bir şekilde vururdu. Suriye’den gelen nüfus bir dalgakıran işlevi gördü ve üretim sektörünün işlemesini sağladı. Suriyeli, giyim eşyası aldı, kanepe, buzdolabı aldı; alamadığında alabilenler onlar için aldı ya da kendi eskisini onlara verip yenisini aldı, üretim sektörüne katkıda bulundu.

Suriye’den işçi katılımı olmasaydı Gaziantep’teki fabrikalar, pahalı iş gücünden dolayı Çin malları karşısında kapanabilirdi. Kriz hâlindeki inşaat sektörü Türkiye genelinde daha kötü durumda olabilirdi. Zira Türkiye, artık kendi yurttaşlarının çalışmayı tercih etmediği veya az tercih ettiği ağır işçilik için dünyanın başka yerlerinden daha pahalı işçi bulmak zorunda kalırdı.

“Mülteci karşıtı milliyetçiler” bunların hiçbirini dikkate almıyor. Hükümet de “mülteci” meselesini Avrupa karşısında kullandığından meselenin bu yönünü işlemeye yanaşmıyor.

Hükümetin Suriye’den mülteci kabul politikasının “mülteci karşıtı milliyetçiler”i ilgilendiren kısmı siyasidir.

Arap-İslam aleminin bütün toplumları ve siyasi yapıları arasında sıkı bağlar vardır. Özellikle Suriyelilerin bütün Arap-İslam alemine yayılan iyi ağları söz konusudur.  

Türkiye, ABD’nin İslam alemindeki etkinliğini büyütme politikasında kendisini yok sayması ya da araçsallaştırması politikasına karşı, kökleri daha 1974 Kıbrıs Harekatı’na dayanan bir “karşı politika” oluşturuyor.

Hükümet, bu bağlamda Türkiye’de, Arap-İslam dünyasından yerleşimcilerin çoğalmasını önemsiyor. Bununla birlikte hükümet, nitelikli Suriye nüfusunun Arap-İslam alemindeki ağlarının henüz İttihat ve Terakki günlerinden bu yana ihmal edilen Arap-İslam dünyası ilişkileri için kalıcı bir yapı sağlamasını planlıyor.

Bu politika Arap-İslam aleminde köklü ağlara sahip İngiltere ve Fransa’yı rahatsız ediyor ama asıl, özellikle sivil toplum bağlamında ağlarını henüz istediği noktaya getirememiş ABD’yi çileden çıkarıyor.

ABD, Türkiye’nin yeni Arap-İslam âlemi politikasını, “Yurtta sulh! Cihanda sulh!” sözü ile özetlenen ve aslında dışarının işlerine ancak “müttefiklerin” izin verdiği kadar karışmasına izin verilen “kısıtlanmışlığa” aykırı buluyor. Türkiye’nin kuruluş koşullarını ihlal ettiğini iddia edip buna kimi yaptırımlar ve 15 Temmuz’un da dâhil olduğu girişimlerle karşılık veriyor. Nitekim, kimse 15 Temmuz’un önemli isimlerinden II. Ordu Komutanı Adem Hududi’nin Gülen’in müntesibi olduğuna inanmamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla darbe girişimi,  FETÖ müntesipleri ile ABD’ye yakın sair isimlerler arasında bir ittifakın ürünüydü.

“Mülteci karşıtı mülteciler” bu işin neresinde, diyeceksiniz.

Milliyetçilik, özellikle İslam dünyasında sadece öylesine bir duygu değildir, henüz 19. yüzyıl sonlarında planlanmış bir siyasi akımdır daha çok.

20. yüzyılın başında İslam dünyasında salt Batıcı grup, milliyetçileri yanına çekerek dengeleri İslamî ve yerli yapı aleyhine bozdu. O dönemde milliyetçiler, Batıcıların safında yer almasaydı İslam dünyasında Batı lehindeki laik siyasi düzenlemelerin hiçbiri gerçekleşmezdi.

Zamanla İslam dünyasının tamamına yakınında hakim milliyetçilik İslamî kesimlerden yana değişti. Milliyetçilerin bir bölümünün en azından mirasçıları, İslamî kesime katılırken bir bölümü de İslamî bir dönüşüm geçirmese dahi Batıcılarla yolunu ayırdı. Bu da bütün İslam âleminde dengeleri İslamî kesimden yana değiştirdi. Ama kaskatı bir milliyetçi kesim de Batıcıların yanında yer alma konusunda yerinden hiç kıpırdamadı. ABD, bu kaskatı kesim içinde henüz komünizmle mücadele günlerinden beri ciddi ağlara sahiptir.

ABD, siyasi yükselme hırsı içinde olan ve bunu milliyetçilikle maskeleme becerisine sahip çok ismi devşirip milliyetçilerin içine yerleştirerek İslam dünyasındaki hakim milliyetçiliği lehinde tutmaya çalıştı. Milliyetçi maskeli bu isimler, milliyetçilik duygusuna şu veya bu sebeple kapılmış kitleleri kontrol altına almak için her sorunu bir fırsata dönüştürüyor ve direksiyonu sürekli ABD’nin politikalarından yana kırıyorlar.

Mısır’da İhvan, askerlerin etkisi altındaki ve hatta askerlerle örülmüş bürokraside etkin milliyetçi bir kesimi yanına çekemeyince dengeler, sömürge ürünü Batıcı bürokrasiden yana kaldı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise o kesimleri yanına çekebildi. Bununla da yetinmeyip Arap-İslam aleminde sağladığı ağları, Türk dünyasında ağlarla desteklemek için de milliyetçi kesimden yararlanmak istedi. Bu doğrultuda, asla “coşturulmaması” gereken milliyetçilik harekete geçirildi.

ABD, buna milliyetçiler içindeki eski ağlarını daha sıkı harekete geçirerek karşılık verdi. O ağlar, “Suriyeli mülteci” meselesini hükümetin yumuşak karnı olarak görüyorlar. Suriyeli mülteci meselesini kullanarak milliyetçi kesim üzerindeki etkinliklerini artıracaklarını tasarlıyorlar ve nihayetinde milliyetçileri tamamen iktidar karşıtı kampa çekerek ABD lehinde bir iktidar değişimi yapmayı hedefliyorlar.

Milliyetçi kesim içindeki ABD ağları, belediye seçimlerinde büyük ölçüde hedeflerine ulaştılar. Şimdi bunu başkanlık seçimlerine taşıyarak taçlandırmak istiyorlar. Bu “milliyetçi” görünen ağlar, ABD ve Batı’nın içerdeki diğer uzantılarının sağladığı imkânlarla hükümetten daha çok kitlelere açılabiliyor, romantik ve aksiyoner milliyetçileri daha çok etkileyebiliyorlar.

 Hükümet, onların yol açtığı kitlesel hareketliliği bozmak için kimi zaman iskân ettiği şehirden ayrılan Suriyelileri sınır dışı etmek ya da İslam alfabesiyle yazılan levhaları Latin alfabesiyle değiştirmek gibi uygulamalara başvuruyor. Bu da onu asli tabanıyla karşı karşıya getiriyor. Dolayısıyla bir kez daha bu uygulamalar, ABD’nin işine yarıyor.

Açıkçası ABD, Avrupa’nın yüz yıl önce milliyetçilik üzerinden elde ettiği kazanımlara bugün varmak istiyor; hükümetin önünü açtığı milliyetçiliği mülteciler meselesinin üzerinden hükümetin aleyhine dönüştürmeye çalışıyor.

Bunun için ABD yanlısı ağlar, mülteci meselesini durmadan gündemde tutuyor. Hükümet de aleyhindeki dalgayı artık kontrol etmekte güçlük çekiyor.

Anlayacağımız, mesele ne mültecidir ne milliyetçi… Bu mülteci-milliyetçi kavgasının bilinenin ötesinde saklı (!) yanı vardır.