YARGIDA KORUMACILIK VE SAVUNMA
Yargılamada sav, savunma ve hüküm üç sacayaktır.
Bunlardan biri olmasa yargılama sakat olur, adil olmaz/olamaz.
Yargılamada zaman zaman bu üç unsurun mahiyeti, işleyişi ve felsefesi hakkında tartışmalar olur. Ancak bunların üçünün gerekliliği hususunda herhangi bir tartışma ve tereddüt söz konusu değildir.
Son günlerde barolar üzerinden “savunma”ya dair tartışmalar sürüyor.
Aslında bu tartışmalar savunmanın bağımsız ve tarafsız olmasıyla alakalıdır.
Normalde savunan için tarafsız olma ilkesi çok anlaşılır bir şey değildir.
Çünkü savunma makamı; doğal olarak savunduğu kişinin tarafını tutar, tarafsız olması anlaşılır bir şey değildir, ancak işin hakikati farklıdır.
Nasıl ki yargılamada tarafsızlık ilkesi hayati ise yargılamanın çok önemli bir unsuru olan savunmada da bu ilkenin geçerli olması gerekir.
Buna göre savunmanın taraf tutması ideolojik davranması adaletin tecelli etmesine engel olur.
Konunun daha iyi anlaşılması için savunma ile koruma arasındaki farkı ortaya koymak gerekir.
Yargıda esas olan sanığın veya müvekkilin savunulmasıdır, korunması değildir.
Savunma kişinin maruz kaldığı haksızlıkların, saldırıların, tecavüzlerin savuşturulmasını esas alır.
Burada sanık veya müvekkil hangi düşünceye, ideolojiye sahip olursa olsun mutlak anlamda savunulma teminatına sahiptir.
İşte bu; savunmanın tarafsızlığıdır.
Ama koruma ve korumacı anlayış böyle değildir.
Korumacılık savunma makamının müvekkilin veya sanığın mensup olduğu düşünce ve ideolojiye göre tavır takınmasıdır, oysa bu durum savunmanın tarafsızlığı ilkesine aykırıdır.
Korumacı anlayış ne olursa olsun sanığı ve müvekkili müdafaa etmeyi esas alırken, savunma ise dışardan gelen haksız saldırıları, tecavüzleri bertaraf etmeyi esas alır.
Her insanın haksızlık ve tecavüzlere karşı savunulması gerekir.
Hamiyetle, hamasetle korumak ise farklı bir şeydir.
Türkiye’deki baro sistemine dair tartışmalar bu noktadan ele alınırsa sağlıklı sonuç alınır. Fakat savunmadan anlaşılan korumacılık ise herkes kendi tarafını hukuka ve adalete karşı korumaya alır, bu durumda her siyasi ve ideolojik çevrenin ayrı savunma anlayışı ayrı avukatları ve ayrı barosu olur.
Bu da savunmada adalete ve tarafsızlık ilkesine halel getirir.
Eğer Türkiye’de savunma anlayışı tarafsızlık ilkesine, adalet duygusuna dayanırsa baro sayısının artmasında, dolasıyla mevcut sistemin değişmesinde bir sakınca yoktur. Yok eğer savunma korumacı anlayışa dayanırsa, herkesin ayrı savunma makamı ve ayrı barosu olur.
“Benim barom, senin baron, onun barosu” gibi tanımlamalar ortaya çıkar.
Bu durumda hakimler de olumsuz bir şekilde etkilenir, kendilerine yakın gördükleri düşünce ve ideolojinin ağır bastığı barodaki kayıtlı avukatların etkisinde kalabilirler. Burada savunmanın taraflı olması hakimin-mahkemenin de taraflı davranma riskini ve ihtimalini ortaya çıkaracaktır.
“Benim barom, benim avukatım” durumu bir zaman sonra “Benim mahkemem” sonucunu ortaya çıkaracaktır.
Türkiye baro sisteminin mevcut hâlini iyileştirmeye ihtiyaç duyabilir ancak yeni düzenlemede baroların ideolojik anlayışlara göre şekillenmesi ve yapılanması ihtimali çok yüksektir.
Hele kutuplaşmanın çok bariz bir şekilde müşahede edildiği ve herkesin bundan şikayet ettiği bir dönemde neredeyse bu kesindir.
Yapılacak olan düzenlemeler böyle bir durum ortaya çıkaracak olursa “gelen gideni aratır” sonucunu ortaya çıkarır.