Yanlış Şıkta Israr: Aileyi Kurtarmadan Nüfus Kurtulmaz

Abone Ol

“Aile Bakanı dersine iyi çalıştığını söylüyor.”

Evet, çalışmış olabilir. Ama belli ki doğru konunun yanlış şıkkını işaretlemiş.

Genç nüfusun azalmasını 1960’lı yıllarda başlayan doğum kontrolü politikalarına bağlamak, meselenin en kolay ama en yüzeysel açıklamasıdır. Bu yaklaşım, bugünü dünden kopararak okuma kolaycılığıdır. Oysa asıl soru şudur: Son 23 yılda aile kurumu neden zayıfladı, gençler neden evlilikten kaçıyor, çocuk neden yük olarak görülüyor? Bu sorulara cevap vermeden yapılan her analiz eksik, her çözüm önerisi kadük kalmaya mahkûmdur.

Türkiye’de genç nüfusun azalmasının sebebi yalnızca doğum kontrolü değildir. Asıl mesele, ailenin sistemli biçimde aşındırılmasıdır. Üstelik bu aşınma, “reform” ve “özgürlük” ambalajı içinde sunulmuştur.

Kadının beyanının esas kabul edilmesiyle başlayan süreç, hukukta dengeyi bozdu; aileyi değil bireysel iddiaları merkeze aldı. Masumiyet karinesi yara aldı, erkekler potansiyel suçlu, aile ise potansiyel tehdit olarak görülmeye başlandı. Bunun sonucunda ne oldu? Genç erkek evlilikten korkar hale geldi, genç kadın ise evliliği güvenli bir liman olarak göremez oldu.

Genç evlilik mağdurları meselesi ise hâlâ görmezden geliniyor. Bir gecede suçlu ilan edilen, hayatı kararan, sosyal olarak dışlanan binlerce insanın ve ailenin dramı “istismar” söylemiyle geçiştirildi. Adalet, sloganla değil vicdanla sağlanır. Bu vicdan eksikliği aileyi daha da zayıflattı.

Süresiz nafaka uygulaması, evliliği ömür boyu süren bir ekonomik riske dönüştürdü. Birliktelik bitse bile yükümlülüğün bitmemesi, evliliği teşvik etmek yerine cezalandıran bir sisteme dönüştürdü. Gençler haklı olarak soruyor: “Bu şartlarda neden evleneyim?”

Zinanın suç kapsamından çıkarılması ise aileyi koruyan son ahlaki ve hukuki bariyerlerden birinin yıkılmasıydı. Sadakatin değersizleştirildiği, ihanetin normalleştirildiği bir toplumda aile nasıl ayakta kalabilir?

Bir de sapkın akımlar meselesi var. Aile yapısına açıkça meydan okuyan ideolojilerin önünün açılması, hatta kimi zaman yasal ve kültürel olarak desteklenmesi, gençlerin zihin dünyasını altüst etti. Cinsiyetsizleştirme politikaları, “aile her şey değildir” mesajları ve değerler üzerinden yürütülen sistemli bir kültürel operasyon, nüfus meselesinden çok daha derin bir medeniyet krizine işaret ediyor.

Elbette işin sosyal medya ve medya boyutu da var. Gündüz kuşağı programlarında aile içi mahremiyet teşhir ediliyor, dizilerde baba figürü ya aciz ya zalim ya da gereksiz bir karaktere indirgeniyor. Anne ya yalnız ya mutsuz ya da aileden kaçmanın sembolü olarak sunuluyor. RTÜK ise çoğu zaman bu içeriklere karşı ya geç kalıyor ya da tamamen sessiz kalıyor. Aileyi yıkan kültür, en az yanlış yasa kadar etkilidir.

Tüm bu tablo ortadayken, genç nüfusun azalmasını yalnızca 1960’lara bağlamak, bugünkü yanlış politikaları görmezden gelmek demektir. Daha da kötüsü, bu yanlışlarda ısrar etmektir.

Önümüzdeki on yılın “Aile Yılı” ilan edilmesi elbette önemlidir. Ancak isimlendirmeler tek başına hiçbir şeyi kurtarmaz. Aileyi kurtarmak için önce aileyi yıpratan politikalardan vazgeçilmelidir. Hukukta adalet yeniden tesis edilmeli, evlilik cesaretlendirilmelidir. Kültürel alanda aileyi küçümseyen değil, güçlendiren bir dil hâkim kılınmalıdır.

Aksi halde ne aile kurumu kurtarılabilir ne de genç nüfus artırılabilir. Çünkü aile yoksa nüfus sadece azalmaz; toplum yaşlanır, ruh körelir, gelecek çöker.

Doğru cevap hâlâ orada duruyor. Ama ısrarla yanlış şık işaretleniyor.