Işık mı Tırşık mı

Abone Ol

Geçtiğimiz günlerde DEM Parti’nin öncülük ettiği ve iki gün süren “barış ve demokratik sosyalizmi yeniden kazanalım” temalı çalıştayda neler vardı neler… Hayal vardı, yalan vardı, son kullanma tarihi geçmiş fikirlerin mezada çıkışı vardı… Yan yana gelmeyecek bütün kavramlar aynı programa eklemlenmişti. “Barış” ve ”sosyalizm” ha birde “demokratik”. Bu üç uyuşmazı bir araya getirme çabasından dolayı samimiyetten eser yoktu. Karışık kafaların gerçeklerden kaçışı gözler önüne serilmişti.

Bu çalıştayda samimiyetin dışında başka ne yoktu? Kürt yoktu, Kürtçe yoktu; ana dil yoktu, kültür yoktu. Bırakın Kürt veya Kürtçeyi “kültüralist(!) ögeler” bile yoktu.

***

Çalıştayda konuşanların her birini sabırla dinledim. CD çalarda “Allah’ım neydi günahım/ Günahım neydi Allah’ım” arabeski tekrarlanıyor muydu, dimağıma mı yapışıp kalmıştı o sözler bilmem ancak jilet olsaydı kullanacağım muhakkak bir durumdaydım. Hele anlı şanlı Haydar Ergül’ün konuşmasından sonraki gülmemden dolayı hanım bana bir şeylerin olacağından panikle su getirdi. Kendi kendime gülmeme anlam veremeyip ekrana bakınca “komedi filmi mi izliyorsun?” deyince ağlanacak hâlimize bir daha gülmeye başladım.

Kara mizahın izahı olamazdı ancak izahı olmayanın mizahı acıtınca, insanın ruhunda yara açınca kara mizah olur.

Haydar Ergül, Öcalan’la Roma’da kaldıkları günlerde Öcalan’ın “Bu iş Ankara’da çözülür” sözüyle ileri görüşlülüğüne atıfta bulunurken salonda kimsenin aklına “bu iş zaten Ankara’da başlamıştı” düşüncesi geçmediyse modernite, ekolojik, paradigma, ha bu arada jin, jîyan azadi(!)

Çözümleme birazdan.

***

Devam ediyordu Haydar Ergül. Her sözünden sonra istemeden zihnimde atıfta bulunduğu malum zatın bir sözü canlanıyordu.

“Urfa peygamberler şehridir.” Zihnimde “Kürt kadını kokuyordu, onu ben var ettim.”

“İbrahim peygamber bu topraklarda doğdu” diyordu. Zihnimde “Bana devletime hizmet etmek için bir şans tanıyın” sözü.

“Göbeklitepe bu şehirde” derken gözümün önünde Mehmet Ali Birand programında göbeğini kaşıdığı malum sahne ve zihnimde “şehit ailelerinden özür diliyorum” cümlesi ile birlikte donakalan avukatların yüz hatları…

“Tarihten günümüze gelen bir ışık” diyordu, zihnimde “on beş bin iç infazımız var.”

O, kakafonik biçimde “ışık” diyordu. “Zihnimde bir dilim karpuz veriyorlar, Barzani Kürdistan’ı kuracak, benim annem de Türk’tür. Bağımsız, Federaratif, eyalet, ana dil istemiyorum. kültüralist bir şey de istemiyorum”.

Biri zihnimi durdursun yahu!

İmralı komisyonunda Gülistan’a dört saat içinde yedi saniye verildiğini anlatmıyordu Gazeteci Haydar. MHP’li Feti Yıldız’a iki saat on beş dakika, Hüseyin Yayman’a bir saat kırk üç dakika zaman tanınırken yedi saniye Gülistan Koçyiğit’e yüz on üç saniyede de Hüseyin ve Feti Bey’lerle ayrılma kısmına kimse girmedi nedense. Çünkü ufukta bir ışık vardı. Bir cisim yaklaşıyor komutan Logar dercesine leitmotive olarak ışık sözcüğünü tekrarlıyordu.

Salon, sözün nereye varacağını kestiremiyordu. Ekranda izleyenleri bunaltanı ışık bir yeri aydınlatacaktı. Aydınlatınca neyin ortaya çıkacağını herkes merakla bekliyordu.

Öyle ya, hikâyenin başında duvarda asılı duran bir tüfek varsa patlamalı, bir ışık varsa aydınlatmalı, bir satıcı varsa satmalıydı.

Satıcı da nerden çıktı.

Neyse siz anladınız onu…

Işık diyordu Haydar, yalancı bir peygamberin acemi ve sahte bir müridi gibi tekrar ediyordu. Her sözün sonu aynı sözcüğe denk geliyordu nedense: Işık

Son sözle birlikte her şey sürecin ruhuna uygundu; ortaya karışık, tavırlar yılışık, kafalar karmaşık.

Işık ışık diye sayıklandığı sırada kuş sütünün eksik olmadığı sofrada Kürtlere ne mi kaldı?

Yıkanması gereken kirli bulaşık ve sofradan arta kalan bir tabak tırşık.

Günün paradigmasına uygun yeni sloganımız da

Bê Zebeş Jîyan Nabe!