Tüketim Çılgınlığı Aileyi Parçalıyor?

Abone Ol

Kapitalizm, hayatımızın hemen her alanına nüfuz ediyor ne yazık ki! Bireye yalnızca bir tüketici gözüyle bakarken aileyi de bir ticari kurum gibi görüyor. Bu bakış açısı da aile kurumunu ayakta tutan değerleri, dayanışmayı, sevgiyi ve fedakârlığı zayıflatıyor. Ailenin her bir bireyi, tüketim alışkanlıklarının hedef kitlesi haline geldi. Reklamlar, kampanyalar, yeni ürünler ve “olmazsa olmaz” diye sunulan sayısız seçenekler, her yaştan bireyi içine çeken büyük bir girdap gibi adeta.

Kapitalizm, sadece mevcut tüketimi artırmakla yetinmiyor. Amacı aileyi parçalayarak, bireysel yaşamı özendirmek ve daha fazla tüketimin yolunu açmak. Çünkü bir evde üç, dört kişinin bir arada yaşamasıyla, aynı kişilerin tek başlarına yaşaması durumunda ortaya çıkacak tüketim miktarı birbirinden çok farklı. Ayrı evler, ayrı faturalar, ayrı beyaz eşyalar, ayrı elektronik cihazlar, ayrı ulaşım giderleri… Kapitalizm için bu durum tam anlamıyla bir kazanç kapısı. Bu kazancı elde etmek için de bireysel yaşam biçimleri sürekli teşvik ediliyor.

Bugün içinde bulunduğumuz tabloya baktığımızda, tüketim çılgınlığının baş döndürücü bir hızla arttığını görüyoruz. Her yeni çıkan telefon, moda haline gelen kıyafet, tatil paketi ya da dekorasyon trendi, aile bütçelerine daha fazla yük bindiriyor. Dahası, bu tüketim hırsı yalnızca maddi sorunlarla sınırlı kalmıyor, aile içinde huzursuzluk, çatışma ve bencilliği de beraberinde getiriyor. Çocuklar, akranlarının sahip olduklarına özeniyor, anne babalar ise yetememenin kaygısı ve üzüntüsüyle birbirlerine yükleniyor. Sonuçta evin içindeki sıcaklık, güven ve huzur yerini strese ve çatışmalara bırakıyor.

Kapitalizmin bu büyük oyunu aslında son derece basit. Daha çok tükettir, daha çok kazandır. Fakat bu kazanç kimlerin cebine gidiyor? Elbette büyük şirketlerin, çok uluslu markaların ve sermaye sahiplerinin… Kaybeden kimler oluyor dersiniz? Ne yazık ki kaybeden aileler oluyor. Sevgiden, paylaşmaktan, dayanışmadan uzaklaşan bireyler, yalnızlaşarak mutsuzlaşıyor. Tüketim tutkusu artıyor, insani ilişkiler de zayıflayıp yüzeyselleşiyor. Artık dostluklar, arkadaşlıklar, hatta evlilik ve aile bağları bile çoğu zaman menfaat ve çıkar üzerine kuruluyor.

Tüketim hırsının bu kadar güçlü olduğu bir zamanda, aile içindeki sevgiyi, saygıyı ve birlikteliği nasıl sağlayabiliriz? Aile kurumumuzu nasıl koruyabiliriz?

Öncelikle, tüketim kültürünün dayattığı “sahip oldukça mutlu olursun” ya da “alış-veriş yap moralin yerine gelsin” algısını sorgulamamız gerekiyor. Gerçek mutluluk yeni alınan bir eşyada, daha pahalı bir tatilde ya da daha marka bir kıyafette değil, gerçek mutluluk birlikte geçirilen zamanlarda, paylaşılan sofralarda, karşılıklı anlayışta ve sevgide gizlidir. Aile içi ilişkilerin kalitesini belirleyen şey, sahip olunan mallar değil, gösterilen sevgi ve fedakârlıktır.

Bilinçli bir tüketim kültürü geliştirmek elzemdir. Çocuklara küçük yaşlardan itibaren tasarrufu, paylaşmayı ve kanaatkâr olmayı öğretmek, onları kapitalizmin kolayca manipüle edebileceği tüketim tuzaklarından koruyacaktır. “Almak yerine üretmek”, “tüketmek yerine paylaşmak” gibi değerler, aile içinde somut örneklerle pekiştirilmeli.

Aile fertleri birlikte zaman geçirmeli. Bugün ekranların, sosyal medyanın ve bireysel eğlence anlayışının aileyi nasıl böldüğünü hepimiz görüyoruz. Oysa küçük sohbetler, birlikte yapılan aktiviteler, ortak sorumluluklar hem sevgiyi hem de aidiyet duygusunu güçlendirir. Aileyi, aile bireylerini ayakta tutacak olan bağ, ortak tüketim değil, ortak değerlerimizdir.

Kapitalizm bireyi yalnızlaştırmak, aileyi dağıtmak, tüketim çarkını hızlandırarak yoluna devam etmek istiyor. Peki, bu durumda biz ne yapmalıyız?

Bizim görevimiz bu çarka bilinçsizce kapılmamak. Tüketim çılgınlığının ailemizi bizden çalmasına izin vermemek. Çünkü hiçbir marka, hiçbir eşya, hiçbir lüks; aileden, sevgiden, birlikten daha değerli değildir.

Tüketim kapitalistlerin kasasını doldurur, sevgi, saygı, muhabbet ise aileyi yaşatır.