Tencere-Tava ve Tekbir!

Abone Ol

Çocukluğumuz toprak damlı evlerde geçti. Yaşı uygunlarımız kışın damın damladığını, her tarafın çamur içinde kaldığını hatırlıyordur. Yazın tarlada durmadan çalışır, eve dönüşte fazla olasılığı olmayan, tek çeşit yemeğin ne olacağı konusunda tahmin yürütürdük. Üstelik o iki gözlü evlerde, çekirdek aile olarak da yaşamıyorduk. Ama kesinlikle “kendimizi şimdiki konfor neslinin hissettiği kadar fakir hissetmiyorduk”. Bugünün gençliği, o zamanın zenginlerinin bile yaşayamadığı evlerde yaşıyor ama o toprak evlerdeki gülümsemelerin, çeyreği bile evlerine uğramıyor.

“Fakirlik” ile “sefalet” arasındaki fark elbette göz ardı edilmemelidir. Ama geçmiş deneyimlerimiz, bugün iki çıkarım yapabilmemizi sağlıyor. Birincisi: “Zenginlik ve fakirlik biriktirilmiş olanla ilgili değildir, bir kültür meselesidir”. Kendisine ömür boyu yetecek kadar parayı kazansa bile, parayı bankaya yatırıp aynı hayatı yaşamaya devam eden nice kişi tanıyoruz. Çünkü zenginlik, çok para sahibi olmaktan farklıdır ve bir yaşam felsefesi sahibi olmayı gerektirir.

İkincisi: “Zenginlik ve fakirlik, kıyas sonucunda oluşan bir histen ibarettir”. Zenginliğin refahı veya fakirliğin ezası hissi, (tamamen diyemesek de) büyük oranda kıyas sonucu oluşur. Kendimizi dünyalıklarla oyalamaya başladığımızda, beynimiz de bizimle oyun oynamaya başlıyor. Varlığın amacını ve “makro ile mikronun aslında aynı şey olduğu gerçeğini” kaybediyoruz.

Zenginliği kötülemek amacında değilim. Sadece yaklaşmış bir tehlikeye değinmek istiyorum.

Bugün insanlarımız kendini fakir hissediyor ve parası daha çok olanların kendilerini daha çok fakir hissettiğini görüyoruz. Devalüasyonlar sonrası en çok “Mahvolduk! Açlıktan öleceğiz!” diye feryad-ü figan edenlerin en çok parası olanlar olduğuna sürekli şahitlik ediyoruz. Kısacık ömür için stres ve kaygı dolu uykusuz geceler geçiriyorlar. Oysa zenginlik ile amaçlanan tam tersiydi?

Yakın tehlikeyi artık görmeliyiz. Ekonomi ve milliyetçilik ile halkın kalbini kazanmayı metod edinmiş iktidar modellerini taklit eden muhafazakar iktidarlar ise oldukça yaklaşmış tehlikeyi çok daha erken görmelidir. Çünkü kendilerinin yetiştirdiği toplum, arzuladıklarının aksine, kendi obur fakirlik hissini besledikçe beslemiş durumda. Ve bunu her an kusabilir. Konforu felsefesi kıldığımız gençlik, kendini “fakirlik hissine” tamamen kaptırmış görünüyor. Muhafazakar gençlik arasında, ekonomiyi sebep gösterip, sol/seküler bir zihniyetin iktidara gelmesini önemsemeyen dalgalar yaygın artık. Bu dalga muhafazakar iktidarları devirecek kadar da güçlü bir şekilde...

Sol/seküler bölgeler ise kendini koruyor. Mesela şehirlerini pislik götürse bile belediyelerinden hizmet veya daha konforlu bir şehir hayatı beklemiyorlar. Çünkü mesele onlar için hala ideolojik. Bu savrulmuşluk, yakın dönemde, muhafazakar kesimi kendi felaketleri olacak bir sonuca doğru sürüklemeye devam ediyor.

Sol/seküler muhalefetler bu sosyolojik gerçekliğin farkında. Teşkilatlarına ideoloji yerine ekonomi konuşmaları emrini vermiş görünüyorlar. Çünkü ideoloji konuştukça kaybediyorlar. Ama sürekli kendini fakir hisseden ve doymak bilmez bir konfor hastalığına yakalanmış olan toplumu kandırmaları çok daha kolay oluyor. Ki bu toplumu bu duygu dünyasına taşıyan, yanına da milliyetçiliği sos olarak veren bizzat muhafazakar iktidarlardır. Sol/ seküler muhalefetler bunu gördü ve evlerinin balkonlarından tencere-tavalara vurma eylemleri bile yaptı.

Oysa muhafazakar iktidarlar, daha çok konfor vaadi ve sol/sekülerle ortak oldukları milliyetçilik yerine, gençliği evrensel amaç olan kulluk bilinciyle yoğursaydı, bugün iktidarlarında büyüyen toplumlar, Gazze'nin çığlıklarına bu denli sessiz kalmazdı. Balkonlardan çalınan tencere-tava seslerini duymazdı. Balkonlarından yükselen tekbir seslerine kulak kabartır, tarihin doğru tarafında yer alırdı. Bu da iktidarının geleceği açısından çok daha güvenli olurdu. Balkonlarından Gazze'nin çığlıklarına tekbirlerle ses verenlere selam olsun!