"Cep telefonunuz var mı?"

Abone Ol

İki gündür netenyahu, hayli rahat açıklamalar yapıyor. Doğrudan Sayın Erdoğan’a seslenip “Kudüs sizin değil bizimdir” derken ilginç ifşâlarda bulunuyor. 1998 senesinde aralarının iyi olduğunu belirttiği dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’dan, İstanbul’da müzede bulunan bir parçayı istediğini fakat İslamcı seçmenin tepkisinden çekinerek vermeye yanaşmadığını söylüyor. Şuna mı işaret ediyor:

“Tabanınız varsa sizden bir şey alamayız.”

“Tabanınız bilinçliyse bizden bir şey almazsınız.”

“Tabanınız yürekliyse, sağlamsa bizden korkmazsınız.”

Fakat şecaat arz ederken sirkatini söyleyen merdi kıptî, asıl sözünü, iki gün önce söylüyor: “Cep telefonunuz var mı? israilin bir parçasını taşıyorsunuz aslında.” Ve “kullandığınız ilaç, yediğiniz domates hepsi bizim” diye devam ediyor. Bunu sadece körfezdeki süslü baloncuklara söylemiyor. Bu soykırımcılara karşı düşmanlığı; imanından, asaletinden, vicdanından alan herkese söylüyor.

Bu tehditleri yeni değil. En üsttekinden en alttakine kadar işgal rejiminin bütün mensupları bunları sık sık telaffuz ediyor.

Küresel şirketleri kendilerinin en spesifik, en kullanışlı orduları olarak görüyorlar. Onlar da bunu pratik olarak ortaya koyuyorlar.

Bu meydan okumada üzerinde durulması gereken birkaç husus var.

Birincisi; sadece Müslümanlara değil, tüm yeryüzü halklarına; “siyasi veya askeri olarak aleyhimizde bir takım hamasi çıkışlarınız, ince hesaplarınız olabilir ama iletişim, sağlık ve beslenme gibi en kritik konularda dünyadaki hakimiyetimize engel olamazsınız, onlarla da sizi bulunduğunuz noktada kitleriz, bitiririz” diye ima ediyor.

Boykotun önemi burada bir kez daha açığa çıkıyor. Ve bu mesele, merhum Erbakan Hoca’nın “milli” derken kastettiği şeydi aslında.

Yediğiniz içtiğinizle, kullandığınız, tükettiğiniz ne varsa hepsiyle yerli ve milli kısaca cevheriniz anlamında “şahs-ı maneviniz” olmadıkça, bize karşı çok da ümitlenmeyin mesajı veriyor.

Türkiye’nin bu konuda epeydir bir hassasiyet taşıdığını biliyoruz. Bunun meyvelerinin alınmaya başladığı da aşikâr.

Fakat bütün olumlu gelişmelere rağmen Türkiye, daha işin başında ve kendi elini kolunu bağladığı zincirlerden kurtulmadan da ciddi bir mesafe katetmesi zor. Kemalizm ve kapsamındaki laik düzen ile küresel siyonizme karşı durmak, bez kılıflı sünger döşek üzerinde denize açılmaya benzer.

İkincisi; “Kullandığınız cep telefonu ve internet ile sizi an be an izliyoruz, her projenizi, faaliyetinizi ve raporunuzu analiz ediyoruz, sizi sizden iyi tanıyoruz, tüm yeteneklerinizi en detaylı şekilde biliyoruz, muhtemel tüm hedeflerinizin ve hamlelerinizin farkındayız. O yüzden ne yaparsanız yapın, bizden kaçamazsınız, kurtulamazsınız boşuna hayaller kurmayın.” manasına gelen kapalı da değil gayet açık şeylere vurgu yapıyor.

Peki söylediği şeylere itibar edilir mi?

Bunun için Rabbimizin kelamına varalım.

“O (şeytan) ve taraftarları, sizin kendilerini göremediğiniz yerden sizi görmektedirler.” (A’raf 27)

Sadece şeytan değil “taraftarları da” öyledir buyrulmuş. Tedbir, her halükârda farzdır sünnettir lâkin, onların bu tür hilelerine karşı sığınılacak yegâne güç ve kudret Allah azze ve celle’dir. Allah cc dilemedikçe, her türlü silahları da sihirleri gibi zarar veremez.

Hz. Enes'in(ra), Resulullah(sav)’den naklettiği şu Hadis-i Şerif de bu konuda oldukça manidardır: “Şeytan, kanın dolaştığı gibi insanın içinde dolaşır.” (Buhari, Müslim)

Fakat hemen şu ayeti kerimeyi de hatırlamak gerek:

“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer Mü'minlerseniz, Ben'den korkun.” (Âl-i İmran 175)

Hâşâ Allah’tan değil de bu kabaran zalimlerden korkmanın sonu ise bugün terör rejimiyle normalleşen maymuncukların bizzat su-i halleriyle gösterdikleri şu ayetin hakikatidir: “Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, onların arasına koşuştuklarını görürsün.” (Maide 52)

Mecburiyet fıkhı ise başka bir konudur. Zaruret halinde ölü veya hınzır etine bile cevaz verildiğine göre düşmanın aparatları da hayli hayli kullanılabilir. Yeter ki mevzu, bağlamından koparılmasın, bütün olarak ele alınsın.

Üçüncüsü: “Mısır'ın hâkimiyeti ve bu ülke ve şu köşkümün altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zuhruf 51) diyen Firavun gibi bu azgınlar; ne zaman, oyuncu olduklarını unutup bağıra bağıra ve büyük bir şımarıklıkla kendilerini oyunun, sahanın ve kuralların sahibi ilan etmişlerse, Sünnetullah’ın ufak bir esintisi, örümcek ağlarını toza toprağa karıştırmıştır.

Detaylarını telefonunuzdan yapay zekaya sorabilirsiniz.