Sabır Taşı Nasıl Çatlar?

Abone Ol

Önce hikaye ile başladı.

Dumansız alevden incir ağaçları konuştuğunda, kendisi çok güzel, derdi çok büyük olan bir kadın yaşardı. Daha doğmadan adını verdiler ve “Mukaddes” dediler ona. Bir gün yaşadığı köye, Batı’nın ölümcül soğuk rüzgarının sürdüğü lanet bulaştı. O günden sonra kendi köyünde gün yüzü görmedi Mukaddes. Her gece Mukaddes’in evinden kendisinin ve çocuklarının feryatları, çığlıkları yükseldi, ta arşa değdi ama köy ile beraber çevresindeki köyler de sessizlik denizinde boğuldu. Hiç kimse Mukaddes konuştuğunda zeytin işlemeli yaşmağının kenarından akan kanı, lanetin vahşetini ve barbarlığa Batı’dan gelen yardımın mavi gözlerini görüyor gibi yapmadı. Onlara karşı dağların yüklenemediğini sırtına yükledi Mukaddes ama sabretti, kardeşlerinin ihanetini ve korkaklığını kör bir düğüm gibi boğazına bağladı ve sabretti. Sadece konuşmadı o, etiyle, tırnağıyla mücadele etti ve sabretti.

Güzel Mukaddes, köyünden geçen bir dervişle durumu konuştu, ne yapması gerektiğini sordu. Derviş:

“Sana yazık Güzel Kızım! Kardeşlerin güzel yüzünü görmüyor, sesini duymuyorsa, kimseden bir şey bekleme, şu dağdaki mağaraya git. Orada kocaman bir sabır taşı var, derdini taşa anlat. Anlat ve inip sadece Allah için mücadelene devam et” dedi.

Mukaddes anlattıkça sabır taşı sızladı, inceden inceden çatırdadı ve koca sabır taşı dayanamayıp çatladı.

Sonra masal dönemi başlamış.

Boynu Batı’ya doğru eğri develer medyada tellal, baş kesen pireler berber iken, az gitmiş uz gitmiş ama bir arpa boyu yol almamışlar, toplamış/toplamış ama incir çekirdeğini dolduramamışlar (saltanatlar, milliyetçiler, mezhepçiler, zevk-konforcular…) döneminde birileri, melekleri; “villalarda yaşayan çocukları için, balo’da giyeceği kısa etekler, şeffaf elbiseler için inerler” diye bellemiş. Mukaddes feryat ederken, onlar küçük çocuklarına sevgili bulan diziler izlerler ve ağlarlarmış. Piyano dersi, bale hocası peşine düşer, toplarken çocukların öldüğü kahvelerini tek kullanımlık bardaklarda yudumlarlarmış. Daha lüks araba, markalı çanta, egzotik tatil hayalleriyle, televizyonda, uçaklardan atılırken dağılmış unu toprağıyla beraber toplayan Mukaddes'in torunlarına, gerdirilmiş botokslu yüzünü döner, bakarsa, ölmüş ruhsuz gözleriyle bakarmış.

O köylerde, muhtarların derdi muhtarlıkmış. Halkın konforundaki birazcık eksilmenin, ceylan derisinden koltuğunu altından alacağının hesabını yapar, korkudan tir tir titrermiş. Her şey ceylan derisinden koltukta biraz daha çok oturmak için yapılırmış.

Bir gün oradan bir derviş geçmiş. Kimse ona bir şey sormamış ama o yine de konuşmuş:

“Ey çok kısa bir süre sonra toprak olacak kan, kemik ve etten mahluklar! Söyleyin, sizin kalbinizin çatlaması için daha ne olması gerekiyor! Söyleyin ey kalpleri sabır taşından daha katı kardeşler! Söyleyin, Güzel Mukaddes'in çocuklarının ve torunlarının başına daha ne gelmesini bekliyorsunuz ki sabır taşınız çatlasın!

Vahşi Batı'nın soğuk rüzgarının sürdüğü lanet, onların evlerini başlarına yıkıp, sürgün etmedi mi? Her yıl tanklara sadece taş atan çocuklarından binlercesini gözlerinizin önünde şehit etmedi mi? On binlerce çocuk, bebek parçaları etrafa dağılmadı mı? Yüzlercesi açlıktan ve susuzluktan ruhunu teslim etmedi mi? Tonluk bombalarla her yer harabeye çevrilmedi mi? Sabır taşını ne çatlatır? Daha ne olsun ki o sabır taşı çatlasın! Hayır, Hayır! Vallahi sabır dağını patlatacaklar çoktaaaaan oldu bitti, sadece sizin kalbiniz taştan bile daha katı” dedi ama kimse onu duymadı.

Sonra efsaneler dönemi başlayacak.

Biri vardır veya hiç kimse yoktur ama kesin, Allah'tan büyük hiç kimse yoktur. Ey Muhammed Dayf, ey Yahya Sinwar, ey İsmail Haniye…. Ey Mukaddes'in çocukları! Efsanelerimizsiniz!