PKK, Kürt halkına ne verdi ne aldı?

Abone Ol

Kürtlerin haklarını savunmak, Kürt halkını Kemalist sistemin zulmünden kurtarmak, Doğu ve Güneydoğu illerini kapsayan Kürdistan bölgesinde bir Kürt devleti kurmak için yola çıkmışlardı. İdeoloji olarak Marksist-Leninist, Maoist idealleri benimsemişlerdi. Bu ideolojinin bir kuralı olarak dini, halkları uyuşturan bir afyon olarak görüyor ve bu yüzden de dini toplum hayatından söküp atmakla hedeflerine ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Dinden kasıt, elbette İslam diniydi, yoksa onların diğer dinlerle hele de Zerdüştlükle ve arkalarını sıvazlayan güçlerin dini olan Yahudilikle hiçbir alıp vermedikleri yoktu.

Örgüt, güya Kürtler için kurulmuştu, ama en büyük katliamları Kürt halkına karşı yaptı. Bu katliamlar öyle sıradan öldürme vakıaları değildi, genç-yaşlı, kadın-çocuk demeden, hatta kundaktaki bebekler dahi bu korkunç katliamlardan payına düşeni aldı. Amaç; halkı korku ile sindirmek, katliamlarla korku hegemonyası oluşturmak, insanları mecburi olarak kendilerine destek olmaya zorlamaktı. Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun, Pol Pot’un denediği bu yöntem, PKK tarafından da uygulandı ve maalesef korkuya teslim olan halk, PKK’nın vahşetinden kurtulmak için destek olma yolunu seçti.

Sol ideolojinin temsilcisi olan PKK, dinsizliği seçmişti ve güya Kürt devletini kurma hedefinin önündeki en büyük engel olarak gördükleri dini, Kürtlerin elinden almaya çalışıyorlardı. Çünkü PKK, halkın dinlerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu biliyordu ve bu durum, PKK’yı zor durumda bırakıyordu. Halk, İslam’a bağlı olduğu sürece PKK’nın güçlenmesi ve taban bulması çok zordu. Bu nedenle dine ve dindarlara karşı büyük bir savaş başlattılar. Dinle alay ettiler, dindarları küçümsediler, hakaret ettiler.

PKK’nın, dini değerlerden sonra en ağır darbelerinden biri, Kürtlerin asırlardır dimdik ayakta duran aile kurumuna yöneliktir. Aile, Kürt toplumunda sadece anne, baba ve çocuklardan oluşan bir ev organizasyonu değil; güven, dayanışma, namus ve aidiyet demektir. Örgüt ise özellikle genç kuşakları ailelerinden koparmayı, onları köksüzleştirmeyi stratejik bir yöntem haline getirmiştir.

Daha da çarpıcı olan ise örgütün, evliliği “tecavüz kültürü” olarak tanımlaması; aile içi bağları “kadını köleleştiren zincirler” diye itibarsızlaştırmasıdır. Böylece hem aileyi çökertecek bir söylem üretmiş oldular hem de örgüt içinde kadın-erkek ilişkilerine meşruiyet kazandırmaya çalıştılar.

Kürtlerde uğruna ölünen değerlerin başında gelen namus kavramı da PKK tarafından itibarsızlaştırıldı. Namus kavramı yerine “cinsel özgürlük”, “kadın özgürlüğü”, “toplumsal cinsiyet özgürlüğü” söylemleri getirilerek insanların değer yargıları ayaklar altına alındı.

Örgütün propaganda makinesi, yıllardır Kürt kadınını “özgürleştirdiğini” iddia etmektedir. Oysa sahadaki gerçek çok daha acıdır. “Jin, jiyan, azadî” sloganı, kadınların kulağına hoş gelse de PKK ve türevlerinin bu sloganla amacı kadını ailesinden koparma, değerlerinden uzaklaştırma, namus kavramını değersizleştirme ve örgüte mutlak bağlılığı sağlamaktır.

Bugün bölgede kiminle konuşursanız her aileden bir acı duyarsınız. Ya çocuğu dağda öldürülmüş ya evi yakılmış, ya köyü basılmıştır. Ama bunların ötesinde görünmeyen, daha derin bir yara var: PKK’nın bölgede bıraktığı ahlaki erozyon. Silah yarası zamanla kabuk bağlar, ama değer boşluğu, kimlik kaybı, köksüzlük… İşte bu kolay iyileşmez.

Soru şu: PKK kırk yıldır ne verdi Kürt halkına? Ölüm, gözyaşı, göç, yıkım, tahribat… Peki ne aldı Kürt halkından? En çok da Kürtlerin birbirine duyduğu güveni aldı ellerinden… Aile kurumunu ve aile içi bağlarını... Mahremiyetini... İnancını... Hayatın en temiz, en saf değerlerini...

Kendini “halkın temsilcisi” ilan eden bir örgüt, halkın değerlerini yok ederek nasıl o halkın temsilcisi olabilir? Bu sorunun cevabı açıktır: “Olamaz. Hiç olmadı. Hiç olmayacak.”