Elbette ki Muhammedî sevda (Aleyhisselatu ve selam), Muhammedî kimlik ve kişiliğin kuşanımıyla mümkün olacaktır. Bu da siyerdeki önemli rükünlerin doğru tespiti ve doğru pratiğiyle ancak mümkün olabilir. Merhum Şehit Rehberin dediği gibi “Siyer beşeriyetin vahye uydurulması projesidir” Bu projenin doğru uygulanabilmesi için “ÖRNEKLİK” ve “ÖLÇEKLİK” hususlarının göz ardı edilmemesi bir zorunluluk ve sorumluluktur.
Sünnet-i seniyyedeki “örneklik” ve “ölçeklik” hususları anlaşılmadan, netleştirilmeden sünnete yönelimlerde yanlış anlama, yanlış alıntılama, yanlış uygulama ve pratikler kaçınılmaz oluyor. Usul, esasın yerini alıyor, şekilcilik ise özün önüne geçiyor. Bunların sonucunda da “korkunç zaafiyetler” ve “öldürücü kayıplar” İslam ümmetine diz çöktürmüş, çöktürüyor, bu gidişle çöktürecektir de. Bugünkü İslam coğrafyasının gerçekliği bundan ayrı düşünülemez. Detaylara geçmeden önce, şu ibretlik olay konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Yavuz Sultan Selim, Mısır`ı fethettiğinde, Kurtbay isimli, cesaret ve kahramanlıklarıyla ünlü, esir alınan komutanı huzuruna getirtir. Ve şöyle söyler:
“…Kurtbay, yiğitlik ve cesaretine hayranım. Orduma yaptıklarını da biliyorum. Ama senin cesaretin neye yaradı? Ol şecaat kandedur”
Kurtbay ise: “Hünkarım! Allah`a şükür şecaat ve cesaretim bakidir. Lakin memleketimizi siz kendi bahadırlığınızla almadınız. Bize ne yaptıysa, ölüm saçan o menfur toplarınız yaptı.” şeklinde cevap veriyor. Ve ekler… “Sultan Kansu zamanında bir berberi, Venedik`ten top getirip Mısır`a satmak istedi. Fakat yöneticiler; Peygamber efendimiz(sav) “Kılıç ve ok kullanınız.” emrine aykırı görerek bu topları almadılar. O zaman o adam: “Yaşayan görecektir ki, bu memleket, bu toplara sahip bir millet tarafından elinizden alınacaktır.” diye bağırmıştı. Görünen o ki berberi haklıymış.”
Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim: “Kudret ve kuvvet Allah`ındır, amenna. Kur`an ve sünnete bu kadar bağlı iken, neden Efendimiz Aleyhisselam’ın “silaha aynı silahla karşılık veriniz emri şerifini yerine getirmediniz. Dokuz yüz sene geçti, o zaman kılıç ve ok devriydi, şimdi top devridir” diyor.
Bu örnek bağlamında da konu değerlendirilebilir. Peygamber Efendimiz aleyhisselam savaşlarında kılıç kullanmış ve ok atıcılığını teşvik etmiştir. Buradaki “Örneklik” ve “Ölçeklik” veya “Örnek alma” ve “Ölçü alma” durumu şudur:
Ölçü; Kılıçtır. Ölçüt alma ise; Müslümanların bugün bile savaşta kılıç kullanmasıdır. Fakat: Örneklik: Silahtır. Sünneti örnek alma bugün eğer bir savaş var ise, o savaşta imkân nispetinde günün en ileri silahı kullanılmalıdır. Bu durumda, Sünnet-i Seniyye; “ölçü” (motamot) alınmaz. “Örnek” alınır. Ölçü alınması ölüm ve intihardır. İslam`ın ruhuna, özüne ve tabiatına aykırıdır. Fakat: sabah namazının farzının iki rekât, Öğle namazının farzının dört rekât veyahut Hac farizasında vakfe, tavaf vs. uygulamalarda ise; Sünnet “ölçü” alınır. Burada “Örneklik” söz konusu olamaz…”Burada önemli olan namaz kılmaktır. Rekât ve şekil önemli değildir.” denilirse sapkınlık ortaya çıkar. Nitekim Sünneti seniyyeyi ret eden koyu “Mealciler” namazın şart, rükün ve şekline riayet etmedikleri için, açık bir sapmışlığa girmişlerdir. Sabah namazı için kalkan biri ne yapacağını tam bilmediği için ya ortalıkta tur atarak, ya bir sandalyede tüneyerek namaz farziyetini yerine getirdiğini zanneder ya da kendini buna iknaya çalışır.
Koyu Mealcilik gibi şekilci sünnetçilik de yanlışa saptırır. Hollanda ya da Amerika gibi bir yerde, Cuma Hutbesinde mihraba tahta kılıçla “sünnet” diye çıkıp kılıç sallayarak hutbe okuyan imam da, “Şekilci sünnetçilik” yapar karşıyı tahrik eder, ondan sonra da; “Vay efendim Batı niye misket bombası kullanıyor niye nükleer silah üretiyor” diye vaveyla kopartır.
Sonuç olarak; İslam’ın “sabiteleri” olan iman, akide, ibadetler kısmı vardır. İslam’ın öte yanda “değişkenleri” olan muamelat konuları vardır. İbadetlerde, Sünneti seniyyenin “ölçüt alınma” zorunluluğu vardır. Çünkü sabitedirler. İbadetlerde değişkenlik olmaz. Fakat zaman, mekân ve imkân değişkenliğe bağlı olarak dinamik ve değişken bir karakter gösteren “muamelatta” ise “örnek alma” zorunluğu vardır. Zaten İslam ahkâmının kaynaklarından olan “Kıyas” hatta “icma”, kökenini bu “örneklik” hususundan alır.
Aslında bu “örneklik” ve “Örnek alma” hususunun “Örnekliğin” Piri, timsali güncel tabirle rol modeli, imamı, üstadı ve uzmanı HZ. ÖMER`dir.(r.a).
İslam ümmetinin, bugün içine düştüğü durum karşısında “BİR ÇIKIŞ VE NECAT KAPISI ARAYAN” bütün Müslüman “Rehberler, öncüler, Kanaat Önderleri ve işlev sahibi tüm samimi Müslümanların Hz. Ömer`in(r.a) Kur`an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye’ye yaklaşımını, uygulama yöntemini, hilafeti dönemindeki sevk-idare ve pratiklerini ciddi bir şekilde tetkik ettirmeleri ve “örnek almaları” isabetli bir durum olur.
Hz. Ömer`e(r.a) dair aşağıda verilen bazı meziyetler ve uygulamalar bu yaklaşıma sebep olan ısrarın haklılığını ve anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Her şeyden evvel, diğer üç halife (r.anhüm) (Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali) dönemlerinde korkunç derecede iç savaş ve kargaşalar yaşandığı halde, Hz. Ömer(r.a) döneminde iç kargaşaya mecal bulmamıştır. Çünkü buna fırsat vermemiştir.
Sünnet-i Seniyyenin özünü zedeleyen “şekilci sünnetçiliğe” şiddetle karşı çıkmış, hatta cezalandırma yoluna gitmiştir. Misalen; devrinin büyük alimi ve aynı zamanda oğlu olan Abdullah b. Ömer(r.a), Resulullah Efendimizin gölgesinde bir gün namaz kıldığı bir ağacın yanında ve Resullahın namaz kıldığı yerde belli aralıklarla “sünnet” diye gidip namaz kılarmış. Hz. Ömer (r.a) bunu görünce oğlunu kamçıyla dövüp bu durumdan men etmiş. “Sen bugün sünnet diye gider o ağacın altında namaz kılarsan, sonrakiler de ağacı kutsar ve öyle namaz kılarlar” şeklinde de gerekçesini belirtmiş.
Hadislerin, Kur`an`a karışabileceği ya da Hadisle meşguliyetin, Kur`an-ı Kerimin önüne geçmemesi için azami derecede özen ve dikkat gösterilmiştir. Mesnedsiz ve gelişi güzel Hadis rivayet edenler cezalandırılmıştır. Yeri gelmişken, Sünnet-i seniyye ve Hadis arasındaki ince farklılığın belirtilmesi gerekir. Hadis-i Şerifler sadece Peygamber Efendimizin sözleridir. Oysa Sünnet-i seniyye ise hem mütevatir hadislerin uygulamaları hem de Kur`an-ı Kerim`in ahkâmının uygulamalarıdır. O yüzden önemlidir.
Hz. Ömer`in idari uygulamaları ise “Örneklik / Örnek alma” hususunda çok önemlidir. Zira Peygamber Efendimiz döneminde olmayan pek çok mühim uygulamayı” dönemin ihtiyaçlarına binaen” hayata geçirmiştir.
- İslam Coğrafyası; neredeyse bugünkü ana gövdesine Hz. Ömer(r.a) döneminde kavuşmuştur. Libya`dan İran`a, Ermenistan`dan Sudan`a (Mısır`a) İslam coğrafyası haline getirilmişti.
- İdari yapıda vilayetlere düzenli “Kadı” ataması yapılmıştır.
- Düzenli ordu kurulmuş, ilk kez Askeri kışlalar kurulmuş. Süvari birliklerin hayvanlarının barınma ve bakım yerleri inşa edilmiş.
- Irakta; Basra ve Küfe; Mısır`da: Fustat( Eski Kahire) ve Afrika`da; Kayrevan şehirleri; Hz. Ömer`in bu askeri kışlaların sonradan şehirleşmesi sonucu ortaya çıkmış yani; onun kurduğu şehir merkezleridir.
- Hicri takvimi uygulamaya koymuştur.(Hz. Ali`nin(r.a) teklifi)
- “Divan” denilen muhasebe daireleri, ilk onun döneminden kurulmuştur.
- Memurlara düzenli maaş sistemi işletilmiştir.
- Uşur vergisini ilk defa o koymuştur.
- Peygamber Efendimizin(s.a.v) “fey” gelirleri (Gayri Müslimlerden sağlanan cizye gibi vergiler, ticaret mallarından alınan ve Uşur vergileri) hakkında bir dağıtım yöntemi olmasına rağmen, İslam coğrafyasının sınırları genişleyicince, Hz. Ömer(r.a) bazı sahabilerin tepkilerine rağmen farklı bir dağıtım sistemi geliştirmiştir.
- Irak topraklarını, alışagelen durumun aksine Gazilere dağıtmamıştır.
Bunun gibi daha nice uygulamaları olmuştur. Bu gün her Müslümanın evinde olmazsa olmaz olan Kur`an-ı Kerim`in Mushaf haline (iki kapak arasına alınıp kitap şekline getirilmesine), hele hele Kur`an-ı Kerim`in çoğaltılmasını, “Resulullah döneminde yapılmayanı yapıyorsunuz Sünnete muhalif davranıyorsunuz, bid`at üretiyorsunuz” diye sert tepki gösteren sahabelerin varlığına rağmen, Hz. Ömer (ra)`in bu uygulamaları basit görülecek şeyler değildir. Ki bu karşı çıkan sahabelerin başında Hz. Ebu Zer el-Gıffarî (ra) gibi fazîl, abid sahabeler geliyordu. Samimiyet her zaman hataya düşmeyi önlemez. Oysa bu günkü ihtiyaç ciheti ile her Müslüman için adeta olmazsa olmaz olan Mushaf`ın varlığı, o gün bu işe karşı çıkanların hatasını ayan beyan ortaya çıkarıyor. (Savaşlarda Kur`an hafızlarının neredeyse kalmayacak derecede şehadetleri, Müslümanları böylesi bir önlem almaya mecbur bırakmış.) Bugün denilse ki; “Pek çok sahabe ‘sünnete aykırıdır” gerekçesi ile Kur`an-ı Kerim`in Mushaf haline getirilişine, çoğaltılmasına karşı çıkmış” günümüz Müslümanlar inanmazlar. Zaten o yüzden uzun süre İslam âlemi içinde Kur`an-ı Kerim sayısı 5 ya da 7 ile sınırlı tutulmuş. Her bir eyalet için bir Mushaf (Kur`an-ı Kerim) tashih edilmiş.
İlginçtir ki; Kur`an-ı Kerim için bu sıkıntılar aşıldıktan sonra, bu sefer de yüz yıllarca matbaada (ecnebi uygulaması diye) basılıp basılamayacağı tartışılmış. Sonra radyo ya da televizyonda okunup okunamayacağı (aynı platformda şehviyat, lehviyat amaçlı yayınların yapılması gerekçesi) tartışması, internet için benzer yaklaşımlar söz konusu olmuş. Fakat uzun bir süre direniş ve zaman kaybından sonra bu sefer tersi yönde teşvik edici fetvalar verilmiştir.
Kur`an-ı Kerim`in, bile maruz kaldığı böylesi geciktirici tepkilere karşı, elbette İslam`ın ve Müslümanların faydasına olacak pek çok yaklaşım ve uygulama ya geciktirilmiş ya da engellenmiştir. Ebetteki eksik ya da yetersiz görüş ve bakışlar buna sebep olmuştur. Ki bunların sahipleri bile sonradan bu hata ve yetersizliklerini anlamışlardır. Fakat bunun sebep olduğu acı faturalar ve büyük kayıplar ümmetin hanesine yazılmıştır. Bugünkü İslam ümmetinin bu durumunda elbette bunların payı büyüktür. Zaafiyetin olmadığı yerde hangi dış güç at oynatabilir. Neden İslam alemi Batı`nın ya da müstekbir devletlerin işine karışamıyor ve içini karıştıramıyor?...?
Artık şu tespiti yapma durumundayız...
Zaman, mekan ve imkanlar; hem toplumlar üzerinde önemli etkiye sahiptir, hem de kendi özgün gereklilikleri olabilir. Müslümanlar da bu dünyada yaşıyorlar. Ve toplumlarının belli ihtiyaçlarından sorumludurlar. Öte yandan İslam şeriatının/hukukunun en temel prensibi “Eşya da aslolan kullanılabilirliktir, faydalanmadır. Haramlar sınırlıdır, bellidir. Zoraki kurallar çıkarılmamalı, hele hele hak-batıl mücadelesinde, dünya devletleri muvazenesinde, Müslümanları engelleyici, manevra alanlarını kısıtlayıcı tavırlar içine girilmemelidir.
İslam âlemi zor bir sürece girmiştir. Müstekbir Dünya devletlerinin, İslam alemi ile mukayesesi bile yapılmayacak silah ve maddi kaynakları vardır. Müslümanların da –eğer kullanabilirlerse- onlarla mukayese edilmeyecek, Allah`ın yardımını celp edici “erdem” ve “hikmet”leri vardır.
“Siyaset silahsız savaştır. Savaş ise silahlı siyasettir” yaklaşımı yanlış değildir. Silahça fakir İslam ümmeti, bu açığını akıllı-reel bir siyasetle kapatabilir. Ki yapıp sonuç alanlar da vardır. Yukarıda değinilen engelleyici yersiz karşı çıkışların pek çok türü ile bugün de karşı karşıyayız. Özellikle sosyal ve siyasal alanlarda...
Bütün Müslümanlar bu konuda kendilerini gözden geçirmelidirler. Buna gerçekten ihtiyaç hasıl olmuştur. Hem tutarlı bir iç siyaset, hem de tutarlı bir dış siyaset...
Bu konuda çaba sarf eden Müslümanları hemen “sekülerleşmeyle” ya da “yılgınlıkla” veya benzeri şeylerle suçlamak hayırlı bir yaklaşım ve tutum değildir.
Ziya Paşa`nın dediği gibi “Aynası işidir kişinin. Lafa bakılmaz. Kişinin akıl mertebesi eserinde görülür.”
Tıpkı fiziki silahlar gibi, reel siyasetin de günümüz Müslümanlarının gündeminde makul ve mantıklı bir şekilde ele alınması elzemdir. Vesselam…