Dünyanın dönmesi hakikaten bu alemin en sırlı en acayip olayı. Döndükçe acı tatlı ne varsa hep bir yere dökülüp unutuluyor sanki.
Geçmişin bütün serencamı.
Ya sanatla, edebiyatla çok güçlü ve sürekli bir anlatımınız olacak ya da tarihin mezarlığında kaybolup gidecek.
Allah-ü Teala kendisini el Hay ve El Muhyi isimleriyle tanıtıyor. Diri olan ve diri tutan, dirilten. El Kayyum da öyle. Sürekli kaim olan ve ayağa kaldıran, ayakta tutan.
Bu esmasının tecellisidir ki, içindeki her şeyle bütün alemler belirlenen vakte kadar kusursuz tıkır tıkır işliyor. Kur’an-ı Kerim, daima canlılığını muhafaza ediyor, hatta Üstadın dediği gibi her gün daha da gençleşiyor. Peygamber (sav)’e olan muhabbet de eksilmiyor artıyor.
O yüzden Kur’an ve Sünnetin ihyası diye bir tabir doğru olacaksa bu, onları diriltme değil de i’tisam (sımsıkı sarılma) ve temessük (kuvvetle tutunma) şeklinde anlaşılabilir. O iki emanetin sahibi celle celalühü, zaten yaşatmayı üzerine almış.
Bir toplumu inşa eden hadiseler içinse öyle bir garanti olmadığından diri tutma işi fertlerin seçimine, iradesine çaba ve yeteneğine kalıyor.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikate vakıf olduğu için eserlerinde yaşanmışlıklara çok yer verir ve “Tarihçe-i Hayat” diye hacimli bir kısmı da buna ayırırken bir nevi; “bizi sonrakilere anlatacak çalışmalarınızı artırın” demiş olur.
Sinema ve dizilerin bu anlamda önemli olduğu bir gerçek. Hadis “keşke” demekten bizi uyarıyor. Yalnız temenni anlamında söyleyelim:
Şehid Şeyh Said Efendi’nin mücadelesini anlatan mesela Yazar Sadullah Aydın Ağabeyin “Piran’dan Yükselen Feryat” gibi roman tadında kitaplar da olmasa yeni nesile birileri meseleyi çok farklı anlatacak.
Tamam bir Ömer Muhtar gibi devasa bütçeli prodüksiyonlar değil ancak güçlü senaryosu ile o açığı kapatılacak bir dizi film için kurduğumuz hayallerin peşinden yürüme sorumluluğumuz var.
Belki de bu yüce paye, yapay zekanın geldiği seviyeden yürüyecek olan bizden sonraki gençlere nasip olacak.
Ve daha özele gelirsek, o kadar görkemli ve o kadar ihtişamlı bir dava var ki önünüzde, hangi pencereden baksanız sizi Allah yolunda yiğidliğin, kahramanlığın arşına çekip çıkarıyormuş gibi göğsünüzü kabartıyor.
Susa Şehidleri bir destan.
Ve yüzlerce şehid, ruh veren öyküleri ile her biri kutup yıldızı.
Sonra zindan erleri. En ağır işkencelerle.. On yıllar, çeyrek asırlar..
Kitaplar yazılıyor, illa ki hatırlanıyor.
Ancak daha fazlası için düşünmek, emek harcamak boynumuzun borcu. Kavuşacağımız gün, yüzlerine bakabilme adına omuzlarda ağır bir vebal.
Kendi dünyamızın ışıltılı güzelliği bize yeterince iş yüklüyor. Başkasının bütün kıymetini toplasanız bir Şehid Muhammed Ata Zengin etmez. Şehid Abdüsselam İrdem etmez.
Elbette ki eğri söze cevap da heybettir. Yalnız kardeşim! sen sözünü Şehid İbrahim Hoca ile söylemişsin zaten. Şehid Hüseyin Abelerle, Şehid Selahaddin Abelerle söylemişsin zaten. Senin Allah’ın huzuru dışında eğilecek bir başın yok.
O dizi filmde geçen divanenin meşhur tekrarı neydi: “Oyalama beni çok işim var.”
Çölü yeşertmezsek, yayılacak bu sahra. Her gün kıyametler kopuyor, elimizde dikilmemiş nice fidanlar var ve sulanmayı bekleyen niceleri.
Taş mı atıyorlar.
Ne demiş Allah dostları:
“Hakkın hizmetinde öyle yorul, öyle yoğrul öyle yok ol ki, taş değmesin ayağına..”
Mevlâ, ihlasımızı artırsın, istikamet üzere kılsın, ayaklarımızı sabit kılsın..