Gazze için “garantörlük” konuşulduğunda kulağa umut gibi gelen kelimeler düştü önümüze. Güvence… Koruma… Sorumluluk… Yaşam…
Oysa “garantörlük” masalarında konuşulanlar ile Gazze’de yaşananlar arasında hayat ile ölüm arası kadar büyük bir uçurum var.
Soralım açıkça o zaman:
Gazze’nin garantörleri neyi garanti ettiler?
Yaşama hakkını mı?
Hayır. İnsanlar hâlâ bombalar altında, açlıkla ve soğukla sınanıyor.
İnsani yardım mı?
Hayır. Yardım tırları sınır kapılarında bekletilirken insanlar açlığa mahkûm ediliyor.
Güvenliği mi?
Hayır. Çadırlar ve geriye kalan enkazlar vurulmaya devam ediyor.
Barışı mı?
Hayır. Gazze’ye barış değil, ateşkes adı altında nefes araları veriliyor; sonra ölüm kaldığı yerden sürüyor.
O hâlde neyi garanti ettiler?
Görünüşe bakılırsa yalnızca sessizliği. Ya da hiçbir bedeli olmayan sözleri.
Garantörler, belki de şunu garanti ettiler:
Zulmün belli sınırlar içinde kalmasını.
Ölümün tamamen durmamasını ama yönetilebilir olmasını.
Vicdanların ara sıra sızlayıp sonra tekrar susmasını.
Garantörlük, güçlü olanı durdurmaksa; Gazze’de durdurulan kimse yok.
Garantörlük, mazlumu korumaksa; Gazze’de korunan tek şey dengeler ve çıkarlar.
Garantörlük, sorumluluk almaksa; Gazze’de sorumluluk hep başkalarına havale ediliyor.
Eğer gerçekten bir şeyler garanti edilmek istenseydi, bugün Gazze’de çocuklar hayatta olurdu. Hastaneler çalışır, yardım yolları kapanmaz, soğuk çadırlarda insanlar boğulmazdı. Ama olmadı. Olmuyor. Yani işler Gazze hesabına değil.
Sorun garantörlerin yetersizliği değil elbet, iradesizliği.
Sorun imkânsızlık da değil, tercih.
Gelinen son noktada Gazze’de garantisi olan tek şey var:
Ölümün sürekliliği ve dünyanın alışkanlık hâline gelmiş suskunluğu.
Ve belki de en ağır gerçek şu:
Gazze’nin bir garantöre değil, vicdanı olan bir dünyaya ihtiyacı var.