Biliyorum gündem çok politik ve hareketli. Çatışmaları yazmaktansa Peygamber Sevgisi yazmak daha mantıklı geliyor bana.
Bosna Hersek’te yakın zamanda gerçekleşen ve halen de anlatıla gelen ibretlik bir Peygamber sevgisi hikâyesi vardır. Tanıdığım ehl-i iman birkaç Bosnalıdan dinlediğim hikâye şöyle.
Bosna köylerinin birinde herkesin kendisinden yaka silktiği bir Mestane varmış. İsmi amellerinden gelmekteymiş. Sürekli sarhoş dolaştığı, mest bir halde gezdiği için ona Mestane derlermiş. Uzun yıllardır kimse ayık gezdiğini görmemiş.
Bir gün daha hava ağarmadan köyün muhtarının kapısına dayanmış Mestane. Kapı kırıldı kırılacak. Muhtar tam da tahmin ettiği gibi kapıyı açınca ayyaş Mestane’yi görmüş karşısında. Mestane, Muhtar beni Medine’ye götür. Peygambere götür, deyince Muhtar hayatının şokunu yaşamış.
Ayyaş Mestane ve Peygamber! Muhtar daha şoku atlatmadan Mestane Devam etmiş. “Muhtar bu gece rüyamda Hz. Peygamberi gördüm. Yakamdan tutup beni öyle bir sarstı ki anlatamam. Bana, yeter artık Mestane kendine gel. Bu ne hal böyle? Hemen bana gel, seni bekliyorum” dedi. Muhtar şok üstüne şok yaşıyor ama Mestane konuşmasına fırsat vermeden, Muhtar, hadi muhtar çabuk beni Medine’ye götür, diye ısrar ediyor.
Muhtar, Mestane’nin ısrarına rağmen onun içki parası koparmak için böyle bir yalan uydurduğunu düşünüp cebine birkaç kuruş bırakarak zorla da olsa başından def ediyor.
Ama gönlüne Peygamber sevgisi düşen Mestane hiç durur mu? Tek tek köydeki bütün evleri dolaşıp durumu anlatıyor. Herkes tıpkı Muhtar gibi yapıp cebine birkaç kuruş koyarak uzaklaştırıyor.
Mestane bu işin böyle olmayacağını biliyor ve tekrar Muhtarın kapısına dayanıyor. ‘Sen bu köyün muhtarısın. Peygamber beni çağırdı. Sen de beni Medine’ye götürmek zorundasın. Yoksa köyü başına yıkarım. Evini barkını dağıtırım’ diyor.
Muhtar bakıyor olacak gibi değil. Köylülerin de yardımıyla bulup buluşturarak Mestane ile yola koyulurlar. İlk durakları Medine olur. Otobüs otelin önünde durur durmaz Mestane kendini aşağı atar ve ilk gördüğü kişiye el kol hareketleriyle Peygamberin kabrini sorar ve adamın gösterdiği yöne doğru koşar.
Muhtar nafile arkadan bağırır. Ama kim duyar ki Muhtarı. Peygamber onu çağırmıştır ve Mestane de Âlemlerin Efendisi’ne koşmaktadır. Muhtar arkada Mestane önde ve önlerinde de Peygamberimizin kabri. Mestane zorla da olsa kabrin önüne ulaşmış ve parmaklıklara yapışmıştır.
Gözyaşları adeta geçmişini yıkarcasına akmaktadır. “Sen çağırdın ben de geldim Ey Peygamber. Bütün günahlarımdan tövbe ediyorum. Bu şerefi bana bahşettin, sen beni çağırmasaydın ben buralara gelemezdim. İşte huzurundayım ey Allah’ın Resulü” diye hüngür hüngür ağlamaktadır.
Akşam olup da ziyaret yeri kapanana kadar ağlar ve tövbe eder. Görevliler ne kadar ısrar etseler de onu oradan çıkaramazlar tam üç gün üç gece orada namaz kılıp dua eder.
- gece oradaki görevliler artık ona çıkması gerektiğini söylerler. Ama mestane huzurdan ayrılmak istemez. Görevliler, üç gündür buradasın zemzem suyundan başka bir şey yiyip içmedin. Rengin soldu. Git bir şeyler ye iç sonra yine gelirsin, derler. Ama Mestane ısrarla, hayır O (S.A.V) beni çağırdı. Buradan ayrılamam, der.
Görevliler onu tutup çıkarmak isterler. Mestane onların kolları arasında yüzünü Peygamberimizin türbesine çevirip feryat ediyor. “Ya Resulallah! Beni sen çağırmadın mı? Bu türbedarların bundan haberleri yok mu? Neden bunlar beni senden ayırıyorlar? Sen çağırdın ben de geldim” deyip huzur-u Nebi’de ruhunu teslim eder.
Gözleri türbede, yüzünde tebessüm!