Hak, ahlak ve adalet düşmanlarının her yerde çığırtkanlığı benzerdir. Bulundukları her yerde halklara karşı ‘Tavşan kaç, tazı tut!’ yaklaşımı sergilerler. Bunların yabancı yerli, kapitalist komünist, solcu sağcı, yöneten yönetilen ve çoğunluk azınlık olması şeytani niyetlerini sergilemelerinde bir farklılık oluşturmuyor. Kendi zevk, arzu ve isteklerini ‘yaşam tarzı, özgürlük, medenilik’ gibi tutan ve tesirli söylemlerle meşrulaştırır, değere bindirmeye çalışırlar. Bu rezil, seviyesiz ve ahlaksız taleplerine karşı insani duruş, ahlaki karşı çıkış ve doğal tepki geliştirenleri ise ellerindeki tüm imkânlarla karalamaya, suçlamaya ve mecrasında boğmaya çalışırlar.
Aslında onların korkusu, karanlıklarını ışıtmaya çalışan nura tahammülsüzlüklerinden başkası değildir.
Gerçekten onların tedirginliği esfel yaşamlarındaki hayvanlaşmayı izale etmeye çalışan hidayet tutkulu insanlara hazımsızlıklarından başkası değildir.
…
Kültür, Hakkâri’de bale gösterisi yapmak değildir.
Çağdaşlık, İstanbul Moda’da veya diğer şehirlerin sokaklarında köpek gezdirmek değildir.
Sanat; İzmir, Batman ve sair yerlerde çıplak ve saçma sapan heykeller değildir.
Özgürlük suya, havuza, denize kadın erkek içi içe girmek; orasını burasını teşhir vitrinine dönüştürmek değildir.
Modernlik, Diyarbakır’ın mana kokan mekânlarında şortla ve ayak ayak üstüne atıp açık alanda rakı/şarap zıkkımlanmak hiç değildir.
Bunlar hayvanca yaşama arzusunu insan/yaşam hakkı diye yutturma seviyesizliğidir.
…
Zulüm altında olan tüm mazlum coğrafyalar için ‘duyarlılık, tepki, karşı çıkış, boykot, dua ve saffını belli etmek’ dil ile düzeltme ve kalben buğz etme durumunda olanlar için gerekli, önemli ve yeterlidir.
İdareciler ve yöneticiler için de bu yaklaşım yeterli midir?
Veya onların her şeye rağmen ‘adalet, dik duruş, güç göstermek ve kuvvet sevk etme’si gerekmez mi?
Aksi durum ‘zalime meyletmek ve mazlumu zalimin eline teslim etmek olur’ ki o zaman ‘Eyvahlar!’
Bugün başka mazlumların ateşine su serpmeyenler/serpemeyenler gün gelecek -Allah muhafaza- kendi dünya ateşlerine su serpecek, ahiret alevlerine serinlik olacak birini bulamazlar…
…
İki gün önce İstanbul’da düzenlenen ‘Uluslararası Filistin Çalıştayı’nda akademisyenlere önemli bir çağrı yapıldı. Çalıştay, duyarlı tüm akademisyenlere sonuç bildirgesi olarak önemli sorumluluklar yükledi. Bu sorumlulukların sahada duruş, davranış ve eylem olarak karşılık bulması temennisiyle çalıştay sonuç bildirgesinde değerli gördüğüm bir bölümü paylaşmak istiyorum:
“Akademisyen; halka yukarıdan bakmaz,
Hayatı ofisi ile evi arasında geçmez,
Konforunun bozulmasından korkmaz,
Toplumsal gelişmelere ve değişmelere sessiz kalamaz,
Geçmişe dair korkularla yaşamaz,
Olaylara ve kişilere göre renk değiştirmez,
Mazlum ayrımı yapmaz,
Düşüncesini sadece kendisine saklamaz,
Lümpenleşmez, özgürlüğü ve adaleti kişilere göre belirlemez,
İkiyüzlülüğü-ırkçılığı ve cinsiyetçiliği teşhir etmez, fikir ayrılığına tahammülsüz olmaz,
Metin gardiyanlığına soyunmaz,
Özgürlükten-bilimsellikten-evrensellikten ve insanlıktan taviz vermez,
Bilimin doğduğu-geliştiği-aktarıldığı-değiştiği-dönüştüğü ve el değiştirdiği yerde akademisyen hakikatten uzak kalamaz,
Dünya çapında bir entelektüel hiyerarşisinin alt basamaklarında oturamaz,
Üretilmiş bilgileri ezberlemekle yetinemez,
Her yeni duruma ilişkin bilginin üretilmesinden uzak duramaz,
Küresel vicdanın parçası olmaktan vazgeçemez,
Zihnini gündelik hayatın veya tarihsel sosyolojinin parmaklıkları arasına hapsedemez,
Kendisini umutsuzluğa veya yabancılaşmaya sürükleyen çıkmaza meyletmez, gerektiğinde marjinal-sürgün-yabancı olmayı göze alır ve dünyanın bir yeri yangın alanıyken konforunu sürdürmez."
Ve akademisyen, her daim halkı ve inancı adına münevver, aydın ve entelektüel bir duruşla hak ve adaletin aksiyoneri olur/olmalıdır.