İslam “tevhid” dinidir. Varlık âlemi bu “tevhid” esası üzerine kurulmuştur. Müslüman da, bu cihanşümul esasa kendini adamış ve benliğini onda eritmiş kimsedir. Tevhid, ittihadı gerektirir. Kur`an, ilahi sistemde var olan ittihad ve dayanışmaya davet eder ve Müslümanlara, “Allah`ın ipine sımsıkı sarılın, tefrikaya düşmeyin” diye ferman eder. Vücudu oluşturan doku ve organlar mucizevi bir dayanışma ve yardımlaşma sergilerler. Âlemde her şey bir düzen, ahenk ve yardımlaşma içinde muazzam bir birlik oluşturur. Hasılı en küçük parçadan en büyük sistemlere kadar her şeyin tabi olduğu bu yasaya Müslüman`ın da uyması gerektiği sıkı sıkı tenbih edilmiştir. Bu ilahi yasa ve sistemin dışında kalmak veya o daireden çıkmak küfür, fısk ve şirk olarak adlandırılmıştır.
Rasulullah(SAV) efendimiz, Müslümanlar arasında olması gereken sevgi, dayanışma ve yardımlaşmayı bir vücudu meydana getiren organlar arasında mevcut bu tabi sistemin dayanışmasının aynısı gibi saymıştır. Küfre, şirke ve onların insanlar dünyasındaki temsilcilerine karşı birbirine geçirilmiş sağlam bir duvarın taşlarına (bunyanun mersus/ birbirine kenetlenmiş yapı) benzeten Efendimiz (SAV), bu esası Asr-ı saadet`i döneminde sayısız örnekleriyle hayata da geçirmiştir.
Kur`an`ın ve Hazreti Resulullah (SAV) Efendimizin bu kadar önemle ve ısrarla vurguladığı bu esas, ne yazık ki yüce İslam`ın ilk ihlal edilip unutulan esaslarından olmuştur. Resulullah Efendimizin dar-ı bekaya irtihalinin hemen akabinde ihtilaflar ortaya çıkmış, peşinden de irtidatlar meydana gelmiştir. Hz Ömer(ra) dönemini istisna tutarsak, onu takip eden dönemlerde Müslümanlar hep tefrika ve ihtilaf sorunlarıyla uğraşmışlardır. Kur`an`ın “cahiliye”diye mahkûm ettiği kabilecilik ve ırkçılık geri dönmüş ve ilk Müslümanların birbirlerinin kanlarını dökmesine neden olmuştur.
Yüce İslam`ın böylesi önemli gördüğü ve gösterdiği bir konuda Müslümanların duyarlı ve dikkatli olmamaları dikkat çekicidir. Bunun nedenleri üzerinde iyiden iyiye durulduğu inancında değilim. Hatta bu gibi önemli konuları, alakası hiç olmayan veya da çok zayıf bir etkiye sahip bir esasa bağlamak gerçekten şaşırtıcıdır. Kutup yıldızı gibi önder Sahabi`lerin “İbn-i Selül” denilen birinin oyunlarına geldikleri şeklinde açıklamakla yetinmek hiç inandırıcı ve gerçekçi değildir. Dün `ün ciğersiz olaylarını “İbn-i Selül”ler ile açıklayan kafa, bugün de işi tamamen “lawrens”lere veya güçlü devletlerin gizli istihbarat örgütleri ile izah etmeye devam etmektedir. Müslümanlar bu basit ve kolaycı yaklaşımdan kurtulmadıkça, neden birbirlerini katlettiklerini hiçbir zaman anlamayacaklardır.
Duyarlı ve sorumluluk bilinci sahibi her Müslüman`ı derinden üzen bu tefrika ve kardeşkanı akıtma meselesi her zamanın en önemli gündemi olmalıdır. Konunun değişik boyutlardaki ana sebep ve nedenleri ile bunların nasıl giderileceği çok daha sıklıkla konuşulmalı ve tartışılmalıdır. Bunu yapamayan Müslümanlar işe kestirmeden hemen bir çare buluyorlar. Bulunan çare ise: Kendileri “fırkay-ı naciye”, geri kalan bütün Müslümanlar ise “ehl-i dalalet”, “bidat ehli”, “beşinci mezhep” “mezhepsiz” ve daha nice mahkum edici ve dışlayıcı tabir ve ifadeler.
Tam bir asır önce İslam yurdunda ayrılık sevdalarının baş gösterdiği dönemde, az da olsa İslam âlimlerinden bazısı yoğunlukla bu konuya dikkatleri çekmiş ve bütün mesai ve hayatını buna adamışlardır diyebiliriz. Camaleddin-i Afgani ile Bediüzzaman Said Nursi(ra) bu zatların en meşhurlarındandırlar. Bu muhterem büyüklerimiz Batı dünyasının İslam alemini parçalayıp işgal etmesine karşı en etkili silahın “ittihad-islam” olduğunu son nefeslerine kadar savunmuş ve haykırmışlardır. Aradan onca zaman geçmiş olmasına rağmen bugün hala kardeşkanının dökülmeye devam ediyor olması, kardeşlik köprüsünün inşasının gündemden düşmüş olması son derece üzücü ve elem vericidir.
Büyük Üstad Bediüzzaman`ın “İhlas” ve “Uhuvvet” risaleleri bu önemli konuyu değişik boyutlardan ele almış ve çok çarpıcı örnek ve tespitlerle meseleyi ikna edici bir tarzda ortaya koymuştur. Üstadın meseleyi özellikle manevi açıdan ele alıp teşhislerini de yoğunlukla o yönde yapması pek isabetlidir ki, İttihad-ı İslam düşüncesi sevdalıları bunu esas alarak geliştirmeye ve yaymaya çalışmalıdırlar.
İttihad-ı İslam düşüncesi sade bir ütopya değildir. Uğruna hayatlar feda edilmesi gereken en büyük hakikatlerden biridir. Resulullah Efendimiz bu hakikati hayatının her adımında hayata geçirmiş ve kendisinden sonra da bu hakikatin ihlal edilmemesi için uyarıda bulunmuştur. Her şeyden önce bu hakikatin gerçekleşebilir olduğuna iman etmek gerekir. Küfür ve zulüm ehlinin kurduğu pakt ve birlikleri gördüğü halde Müslümanların böyle bir şey oluşturamayacaklarına inanan aklı ve ruhu öldürmek gerekir. Bütün aksi yöndeki göstergelere rağmen yarın bu hakikatin gerçekleşeceğine Allaha olan imanımız gibi inanmak ve bunun için gayret edip büyük Üstad gibi “Yaşasın ittihad-ı İslam” “Zalimler için yaşasın cehennem” diye haykırmak gerekir.