İnsanın en ağır yüküdür muttali olmak. Yani bir şekilde meseleye vakıf olmak.
Bilmek; fakat acıtan çeşidinden. Kesinlikle öleceğini, şurada kendimizin zannettiğimiz ne varsa hepsini bırakıp gideceğimizi, her an sürpriz bir şekilde gelen ölüm meleğiyle, her şeyi arkamızda bırakıp terk edeceğimizi bilmek gibi.
Yeryüzünün, “insan, insanın kurdudur” diyenlerin elinde çok daha sarp bir yokuş haline geldiğini bilmek gibi.
Bilmekten kaçmak da akıldan istifa etmek de mümkün değil.
Daha geçen hafta 100 tanesi çocuk, 700 insanı diri diri denizlere gömen zorbaların hükmettiği bir ahvalde, kahpeliklerin binbir çeşidini görüp de hiçbir şey olmamışçasına rutine devam etmek gerçekten yaşamak mıdır?
Bu azabın cehennemin hangi tabakasından yansıdığını Hak Teala bilir. Çivisi çıkmış bir dünyada başkası için titremesi gereken kalbimiz acaba yerinde duruyor mu diye her nefes alış verişimizde kontrol etmeyi mi unuttuk yoksa.
“Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır.” (Bakara Suresi 74)
Onlar israiloğullarından bir gruptu deyip de kendimizi sadece ders almaya çalışan alnı ak, kalbi berrak talihlilerden sayarak mevzuyu havf ve reca terazisi ile izah edişimiz de ayrı bir cefa değil mi?
Dağların yüklenemediği o emanet yoksa haberdar olmak mıydı?
“Alışveriş de faiz gibidir” deyip de meseleyi hafife alanların Allah ve Resulü ile savaşın tarafı olduğunu okuyup sonra içinde bolca küresel ekonomi, reelpolitik, krediler, döviz gibi hünerli el işleri bulunan bir cendereye yeniden sıkıştığının endişesini haydi verin Kur’an hamallarına da taşısınlar, kolay mı?
Ne zaman bir derin vadi çıksa önlerine, adeta hiçbir köşesi Hubel’siz bırakılmayan Patagonya’nın helvadan mamul Lat’larıyla büyütülen nesillerinden, ehlîleşmemiş(!) bir iki tanesinin ipini göğüslediği asma köprüler üzerinden karşıya geçip de kurtulmak da nereye kadar?
Putlarla dolu bir diyarda elinde, zihninde, yüreğinde, ajandasında, sergüzeştinde hiçbir balta taşımayanların, taşımamışların, son nefese kadar taşlamak zorunda olduğu şeytanın şerrinden korunması da zor değil midir?
Ve Kur’an’a, Sünnete, Müminlere, İslam’ın ulvi gayelerine hizmet için vaktinden, kazancından, rahatından hakkıyla fedakârlıkta bulunup bulunmadığının muhasebesiyle kurbana niyetlenirken, Allah’a ulaşanın et değil takva olduğunu bilip Yasin, Hasan, Hüseyin, Riyad ve Turan’ın bizzat canlarıyla yükseldikleri sırrı anlamak da er işidir.
Sonra kıssayı başta sona bilmek. Bu da öyle hafif bir yük değildir. Yakup as, Yusuf’un akıbetini bilmediği için hüznüyle görmesinden olacak biz ise işte şurada deyip zevkle izleyeceğiz.
Sonra bu konforumuz bize hiçbir sorumluluk yüklemez mi sanıyoruz?
Feminizme teslim olmuş bir devlet yönetimi, krala gösterilen rüya olmasa, Hakkın elçisini zindana hapsetmenin altından nasıl kalkardı?
Peki, Lut(as)’ın o sapkınlar karşısında “ne olurdu size karşı bir kuvvetim olsaydı, ya da çok sarp bir yere sığınabilseydim” diye iniltisini bilip de günümüzün lanetli güruhuna karşı, sahip olduğu kuvveti kullanmaktan çekinenlerin rahatlığına sessiz kalmak kolay mı?
Velhasıl, hakikatte bütün bu hadisatı bildiren Cenabı Hak’tır ve -Allahu alem- diyor ki; “Her gün bu haberlerin daha fazlası omuzlarınıza konuyorken, bu yüke ancak Kur’an’la dayanabilirsiniz, onların zararlı olanlarından ancak Kur’an’la kurtulursunuz.”
Mevla yükün altında kalıp helak olanlardan eylemesin.