Bir market sahibi çaya zam yapılacağını öğrenince, büyük bir hırsla raftaki çayları depoya kaldırmakla meşgul.
Bir büyük marka üreticisi, çaktırmadan ürünün gramajını düşürmekle kalmıyor bir estetik numarayla da fiyatlarını düzenliyor.
Bir düğüncü; hasta, yaşlı, bebek gibi nice hassas kimsenin olduğu apartmanlarla dolu bir İstanbul caddesinde gecenin on ikisi geçtiği halde son ses müzikten taviz vermiyor
Bir taksici yolcunun önünde duruyor, yalnız, gidilecek yerin yakın mesafe olduğunu öğrenince gaza basıp gidiyor.
Bir vali, şehirdeki raiyyetin bırakın dükkanına varıp bir çay içmeyi, yanındaki görevlilerle beraber heybetini ispatlamaya çalışır gibi öfkeyle ona buna vaziyet veriyor.
Sonra mahalli idareci; “şehrimin insanı bir meydanda toplanmalı, dinden imandan alabildiğine kopuk isimlerle hoplayarak zıplayarak eğlenmeli” diyor ve sözünü tutarak büyük bir alicenaplık(!) sergiliyor.
Bir siyasetçi, oturduğu sırça köşkün yoksulluk geçirmez camları arkasında ekonomi yorumluyor: “Bakın ne kadar kişi kullanıyor ücretli hizmetleri..”
Başka bir politikacı elinde yalandan bir kürek, önünde yığınla iftira çamuru, yıkıcı, ifsad edici hedeflerine ulaşmak için attıkça atıyor, ne kadar iz kalsa o kadar yorgunluğunu unutuyor.
Diğer bir proje mamül, toplumun en hızlı atan ırkçılık damarından tutuyor, üzerine biraz göçmen nefreti üfleyip düğümlüyor.
Bir komşu, üstteki dairede çocuğun ayak sesini bahane edip basıyor zile, kılıcını tahammül kınından çıkarıp ha bire sallıyor.
Bir akraba, yakını hakkında suizandan, vesveseden ve küçük kusurlardan itina ile dedikodu üretip pazarlıyor.
Bir hacı babanın, hacı annenin kızı ne Müslüman kadının asaletini ne memleketin İslami şiarlarını, ne dedesini, ninesini, ne yarınları, ne şunu ne bunu hiçbir şeyi umursamadan necis özgürlüğün kursağına düşüyor. Tenine ilişen iğrenç bakışların kendisini nasıl tahrip ettiğini bilmeden teşhire yöneliyor.
Öte yanda bir genç delikanlı, şortla, daracık kıyafetle toplu taşıma gibi sosyal ortamlarda bulunmayı gayet doğal bir kendini gerçekleştirme aktivitesi görüyor.
Bir öğretmen, kendisine “edep, terbiye, ilim, irfan öğret” denilerek emanet edilmiş çocuklara ısrarla paganist / putperest eğilim enjekte etmeye çabalıyor.
Bir belediye reisi, saçma sapan sanatsız eserlere milyonlar aktarırken, içme suyuna zam üstüne zam yapmayı en tabii hakkı olarak görüyor.
Bir medya köşegeni, yazılarıyla, karikatürüyle, manşetleriyle bıkmadan usanmadan gece gündüz ışık hızında fitne yayıyor.
Az ilerde bir tufeyli, adeta yumurtadan çıktıktan sonra annelerini yiyen akrep yavruları gibi kendi coğrafyasındaki kardeşlerinin ana diline burun kıvırıyor.
Sosyal medyadan böyle sayısız örnekler bulmak mümkün. Hiç kimse kafir, emperyalist güçlerin mesela ikiyüzlülüğüne şaşırmaz. Çünkü imanın olmadığı bir yerde etik dedikleri zırva, güce göredir. Doğru, güçlünün söylediğidir. Güçlü bir otorite, sömürüyorsa, bu onun gücüyle hükmetmesinin hizmet bedelidir ve hakeza.
Lakin Müslüman beldede ölçüler, kavramlar, kabul ve kanaatler faklıdır. Müslüman, kendi ahlakını görüp gözettiği gibi çevresindeki ahlaksızlığa da göz yumamaz.
Nebevi fermana göre; bir çirkinlik gördüğünde en azından kalbiyle buğzetmesi yani içinin o kötülüğe karşı nefretle, öfkeyle dolması gerekir ki, o kişide zerre kadar da olsa imanın varlığından söz edilsin.
Şimdi cinayetin en büyüğü, işte o içerdeki azıcık hassasiyeti dahi dikkate almama, onu koruyup yeşertmeme cürmüdür.
Herhalde sıradan bir Müslüman, içinden dışından sürekli şunu terennüm edecektir:
“Adın sanın her ne ise, ey sahtekarın büyüğü küçüğü! senin şu yaptığından tiksiniyorum. İnancın varsa Allah seni ıslah etsin, yoksa kahretsin.”
“Ey ahvali hayasız, fikri ayarsız, tavrı arsız, sözü edepsiz, iffet düşmanları! sizin şu yaptıklarınıza kin gütmemekten Allah’a sığınırız.”
Velhasıl, öyle bir ahlak inkılabına, edep seferberliğine, terbiye cihadına muhtacız ki, bunun molası, beklenecek zamanı yoktur. Her an, her yerde, durmadan, dinlenmeden, herkes konumuna, imkanına göre bu inkılabın bir neferi olmak zorundadır.