Çok uzun uzun yıllar önce değil. Bundan 6-7 yıl önce İstanbul’un bir semtinde iki kardeşimiz Ramazan ayında ellerinde kayıtlı listeye göre yardım paketi dağıtıyorlar. Bulundukları bölgede herkesin kolisini vermişler. Bir koli artmış, onunla geri dönecekken biri diğerine, “acaba şu iftara yakın saatlerde bunu da bir muhtaca teslim etsek nasıl olur?” diyor.
Kimseyi tanımadıklarından dıştan yoksul gibi duran bir müstakil ev görüyorlar. Kapıyı muhacir olduğu belli olan bir kadın açıyor. İçeriye girip koliyi bıraktıklarında Hz. Ömer’in, şahit olduğu, o çocuklarını kaynayan boş tencere ile avutan kadın gibi bir manzaraya şahid oluyorlar.
“Bu devirde şu memlekette aç yoktur” kanaatine sığmamış bir tablo. Evde hiçbir şey yok. Kadın etraftan topladığı otları kaynatırken, çocuklar tencerenin etrafında bekliyorlar. Kadının boğazı düğümlü. Zaten dizemediği kelimeler ona daha da ağır şimdi. Ve dilinden belli belirsiz dökülüyor: “Ben biliyordu siz gelecek.”
Belki de duasına bu kadar hızlı, bu kadar aşikar icabet edildiğine şaşırıyordu. Sultanlar sultanı, adamlarını böyle de gönderirmiş ya. Şaşırmak nere düşer şimdi o adamlar arı gibi çalışıyorlar. Allah hepsinden razı olsun.
Hani o bildiğiniz öyküdeki gibi. Karşılıklı siperlerde birbirine kurşun atan askerler. Derken bu tarafta aşka gelip siperinden çıkarak orta alanda düşmana sıkarken vurulup düşen asker. Ve onu sipere çekmek için arkadaşının yanına gitmek istemesi üzerine yanındakilerin tepkisi: “Ya hu deli misin? Gitme sen de vurulursun.”
O dinlemez, sürünerek arkadaşına varır, son nefesini vermek üzeredir. Bir cümle söyler ve ruhunu teslim eder. Bu vefalı dost, döndüğünde siperdekiler kızarlar: “Değdi mi gitmene, bak az kalsın sen de ölecektin.” O, derin bir iç çekerek, “Evet değdi, çünkü bana öyle bir şey söyledi ki, o sözü benim için dünyalar eder.” Ne söyledi? dediler.
“Geleceğini biliyordum” sonra saldı hıçkırığını tekrar etti: “Geleceğini biliyordum” dedi.
Nefsimiz dinlesin, zülfü yâre de dokunsun: Biz aslında eşimize dostumuza, evladüıyalımıza, akrabamıza, velilerimize, dostlarımıza, ihvanımıza, kendimiz için bu sözü söylettiğimiz kadar “kardeşiz”.
Yırtıcıların yaralayıp kaçtığı Afganistan’a gözleri ışıtan umutla vardığınızda onların bunu söylemediğini mi sanıyorsunuz?
Afrika’nın, Asya’nın mazlum, mahrum coğrafyalarına su kuyusu için, gıda yardımı için, et dağıtımı için gittiğinizde sizi görenlerin hafiften salladıkları başlarıyla, “geleceğinizi biliyorduk” demediklerini mi sanıyorsunuz?
Ramazan ayından güncellenerek yeniden formatlanıp çıkan Müslümanlar, birbirlerine bu sözü doğrudan değil içten söylerler: “Beni bu boğucu şehirlerin köşesinde öyle kendi başıma terk etmeyeceğini biliyordum. Bizi bu kederde veya sevinçte yalnız bırakmayacağını biliyordum. Çoluk çocuk, geçim, var yok, borç harç soracağını biliyordum. Ben unutsam da senin hatırlayacağını, ben sormasam da senin arayacağını, ben uzak dursam da senin el uzatacağını biliyordum.”
Hayır ve şerrin ölçüsü de bu değil mi?
Bir defasında, Alemlerin Efendisi (sav): “Size en hayırlılarınızı ve en şerlilerinizi haber vereyim mi?” diye sorunca “Evet ey Allah’ın Rasûlü” dediler.
Buyurdular ki: “Sizin en hayırlılarınız, hayrı umulan şerrinden emin olunan kimselerdir. En şerlileriniz hayrı umulmayan, şerrinden emin olunmayan kimselerdir.” (İbn Hibban, 2/285)
Ve bir de geleceğimizi bildikleri halde gitmediklerimiz var. “Affet bizi el Aksa!” desek ne değişir onun kalbinde.
Neyse, biz yine de “gelmeyeceğini biliyordum” dedirtmeyelim de.
Bekleyen umutla beklesin geleceğimizi..
Velillahi’t tevfik.