Daha geçen haftada Mersin’de kaybolan bir çocukla ilgili dehşetin izleri silinmeden bu defa da Gaziantep’te bir bebeğe yönelik kahredici işkenceyle sarsıldık.
Şiddeti, erkekle/evle ve aileyle eşitleyen feminist sapkınlık, ya da bazılarının rezil magazin şehveti yüzünden, toplumun sinir uçlarına dokunan bu uç hadiselere karşı hakikatli bir bakış açısı geliştirilemiyor.
Olayı hemen söz konusu kötülüklerin aşırı anormalliği üzerinden yorumlayıp,sorunu suçlu bireydeki kişilik bozukluğu ile açıklamak da kolaycılıktır.
Ne oldu da minarelerinden beş vakit ezanların yükseldiği ve daha üç gün önce kazada can veren dört tane merhamet yiğidini, rahmet-i Rahman’a sunmuş bir mübarek diyarda Allah’ın nimetine, emanetine, günahsız aciz kuluna, el kadar bebeğe, kendi canından bir parçaya, en yırtıcı canavarların dahi yapmadığı bir vahşilikle hunharca saldıran babalar(!) yetişti.
Ve bütün hayvan anneleri yavrusuna eziyet edene canı pahasına direnirken burada sadece olayı kaydeden ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi rahat bir tavırla bebeği kucağına alan
anneler(!) yetişti.
Sahi, hala bu kan donduran vahşetler için, ‘istisna’ diyerek nereden nasıl türedikleriyle ilgilenmeden bir süre konuşup unutacak mıyız?
Şimdi İslam yerine putperest paganizme geri dönüşü hızlandıranların çözümü nedir acaba?
Samanlıkta kaybettiği iğneyi dışardaki aydınlıkta arayan Nasreddin Hoca’nın verdiği dersi anlamamış tahsilli cahillerin yaptığı gibi, bu toplumun asırlarca etine kemiğine işlemiş Kur’an-ı Kerimi bırakıp onun yerine; ahlakı, erdemi, fazileti, insanlığı vahşi batıda arayanların çözümü
nedir acaba?
Her gün ciğerlerimize ne kadar nefes alıyorsak, kalbimize ondan çok daha fazla Resulullah(sav)’i çekmediğimizde başka nasıl bir sonuç beklenirdi ki?
Şefkatiyle, merhametiyle, tevazuuyla, sabrıyla, muhabbetiyle, güleryüzüyle, nezaketiyle, affediciliğiyle, kanaatkarlığıyla, Allah korkusuyla, iffetiyle, hayasıyla, şükrüyle, tevbe istiğfarıyla Resulullah(sav)’in ahlakını, sünnetini hatırlayalım, yayalım diye didinirken mesela bir Siyer Yarışması için gittiğiniz okulda bile kırk dereden su getiren bazı okul müdürlerinin çözümü nedir acaba?
Bediüzzaman’ın 1952 senesinde gazeteci Eşref Edip’e verdiği mülakatta hani meşhur bir cümlesi vardı: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.”
Mesele aslında tam olarak budur.
İçinde cehaletle, maneviyat yoksunluğuyla yanıp kavrulan bir toplum yığını var. Alevleri, nefsini anlık hazlarının kölesi yapmış, fıtratına yedi kat yabancılaşmış bir kayıp kuşağı yakıyor, avlusunda sınır taşlarını sökmüş kadını ve madde ile terbiye edilmeye çalışılan çocuğunu yakıyor.
Kimisi, bu ateşin içinde madde bağımlısı evladının yanışını görüyor. Kimi, dağılan ailesinin küllerini.
Bir defasında Bediüzzaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinden karşıdaki liseye bakınca kızların hoş olmayan vaziyetlerini görmüştü. Ve çok uzunca tefekküre dalarken ağlıyordu. O kızlar, gelecekteki hallerini hiç umursamadan öyle keyfi günaha dalmışlardı ya, Üstad işte onların bu rahatlıklarına, duyarsızlıklarına ağlıyordu.
Halbuki kendisi o sırada kim bilir kaçıncı defa zehirlenmişti ve hasta bedeniyle parmaklıklar ardındaydı. O her yerde ısrarla iman iman iman diyordu. Yani sönük halde bulunan taklidi iman, tahkiki hale getirilmedikçe bir Müslüman toplumun ıslahı da mümkün değildir, diyordu.
Ve herkes Bediüzzaman kadar olmasa da şu toplumun imanı için, edebi, ahlakı için, ne kadar dert taşıdığını gözden geçirmek durumundadır. Tabi ki rolüne, yetkisine bakıp adım
atarak.
Yoksa yangın sönmüyor..