Hükümet en büyük hatayı (bilerek veya bilmeyerek) silahlı örgütün Kürtlerin temsilcisi olduğuna dair bir görüntü oluşturarak bizatihi kendisi yapmıştır.
Bundan da kötüsü örgütün silahı bırakacağına kendisini ve toplumun önemli bir kesimini de inandırması ve bunun üzerinden siyaset geliştirmesidir.
Süreç içerisinde hükümet yetklileri bazı girişimlerde bulunsa da her türlü itiraza rağmen başka yapılarla görüşmekten özellikle kaçınmıştır.
Seçimlere yakın bir süreçte “Kürt sorunu yoktur!” şeklindeki bir yaklaşım da sorunun varlığını iliklerine kadar yaşayan özellikle dindar-muhafazakar çevrelerde tam bir şok etkisi meydana getirmiştir.
Siyasetin boşluk kabul etmediği gerçeğinden hareketle silahlı örgüt bunu kendi lehine çok geniş bir alan hakimiyetine ve siyasal nüfuz teminine dönüştürebilmiştir.
Hükümet “Nasıl olsa silah bırakacaklar” önkabulü ile hareket ettiği için, bunları görmemiş veya görmek istememiştir.
Çözüm süreci hatırına, savunmasız ve sahipsiz bırakılan ve sayısı binlerle ifade edilen Kürt çocuklarının örgüt tarafından dağa kaçırılmasına; sosyal hayatta vergi, yargı ve ordu kurumlarını oluşturmasına göz yummuştur.
Bir devletin varlık nedeni olan “Vatandaşının can-mal emniyetini sağlama” görevi tamamen devre dışı kalmıştır.
Çocukları kaçırılan ailelerin devlet kurumlarına, kolluk güçlerine bu yönde yaptıkları şikayetler karşısında kolluğun bizatihi kendisi, silahlı örgüt veya siyasi uzantılarını adres göstererek örgütün halk nezdinde güçlenmesine neden olmuştur.
Bu husus, devletin veya devleti temsilen hükümetin bölgeden silinmesine ve yerlerine örgüt ve bileşenlerinin yerleşmesine sebebiyet vermiştir.
7 Haziran seçim sonuçlarına bakıldığında daha önce AK Parti`ye giden muhafazakar oyların HDP`ye gittiği çok net olarak görülmektedir.
Devletin bu acziyetini gözleriyle görüp silahlı örgütün şerrinden sakınmak için 7 Haziran seçimlerinde HDP`yi destekleme kararı alan Kürdistan`daki birçok korucu ve Arap aşiretinin bu tutum değiştirmesi meseleyi özetlemektedir.
6-8 Ekim olaylarında vahşice katledilen dindar Kürt gençleri için hükümet cenahından birkaç beyanat dışında etkin bir girişimde bulunulmaması da dindar çevrelerce “Hükümet bize sahip çıkmıyor, sadece asker ve polisi düşünüyor” algısının oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Nitekim 6-8 Ekim vahşetinden hemen sonra, çözüm sürecinin kaldığı yerden devam etmesi, aynı pervasızlıkların da kaldığı yerden devam etmesi ile sonuçlanmıştır.
Silahlı örgüt ve siyasi uzantısı açısından ise söylenebilecek çok fazla bir şey yoktur.
HDP varlığını örgüte borçlu olduğunu, sırtını silahlı örgüte dayadığını ve örgüte “silahı bırakın” çağrısı yapmaya ne hakları ne de hadlerinin olmadığını en üst perdeden dile getirmiştir.
Özetle HDP varlığını örgüte, örgüt ise varlığını silaha borçludur. Bir yapıya “varlık nedenini ortadan kaldır” demenin nasıl ve ne kadar karşılığı olacağının bilinmemesi veya hesap edilememiş olması tam bir siyasi körlüktür.
Bu denklemi göz önünde bulundurmayan veya bulundurmak istemeyen hükümet, üç yıldır “polyannacılık” oynayarak memlekete ve sürece umut bağlayan halklara hem zaman kaybettirmiş hem de onları hayal kırıklığına uğratmıştır.
En kötüsü ise hükümet veya hükümete yakın çevrelerin bunların hiçbiri yaşanmamış gibi pozlara bürünerek “Nankör (Dindar-muhafazakar) Kürtler, sizin için neler yapmadık ki? Oylarınızı niye bize vermediniz?” şeklindeki klasik CHP sendromuna yakalanmış olmalarıdır.
Küresel güçlerin asırlık ajandalarını hayata geçirmek için anlık “partner değişikliği” yaptıkları bir düzlemde, partnerlik sırası kendilerine gelince nirvanaya ulaşma rezilliğinden kurtulmadıkça işler yoluna girmeyecek, tam tersi gittikçe bozulacaktır.
Amaç Kürt sorununu çözmekse, son günlerde sık sık dillendirdiğimiz gibi “Bu anlamsız süreç bitsin, ama çözüm başlasın!”
Yok amaç süreci devam ettirmek ve bunun üzerinden içte ve dışta siyasal nüfuz temin etmekse de “dinimize X, dilimize de bilinmeyen dil” diyen sakat zihniyet devam edecek demektir.