Tarihte yaşanmış vahşetlerin tamamına sadece yaşayanlar ve yaşatanlar şahitlik etmiştir. Çapı ve şiddeti ancak anlatım yoluyla ve çok sonra diğer toplumlara intikal etmiştir. Eksik veya fazla, ulaşan bu nakiller üzerinden tarihi vakaları okur; anlamaya çalışırız. Kerbela’yı, Moğol istilasını, Haçlı Seferlerini anlatılar ile anlarız ve öfke patlaması yaşarız, hiddetleniriz. Ancak hiçbir anlatı gözle müşahede edilen kadar net, doğru ve etkili olamaz. Gözlerimizle gördüğümüz bir cinayetin izleri yıllarca silinmez üstümüzde.
Gazze'de tüm dünya canlı canlı çocukların, kadınların, yaşlıların vahşice katledildiklerini her gün ama her gün izliyor. Her gün en az yüz kişiyi bombalar ile parçalıyorlar. Kan revan içinde cesetler, ölmek üzere olanlar, bağrışanlar, kolu-bacağı kopanlar, kesik başlar, üst üste yığılmış cesetler, tankerden damlayan suya ağzını açmış çocuk, dökülmüş unu toprakla birlikte toplayan kadın… On ayda en az on defa yer değiştiren, büyüklüğü Beykoz kadar olan küçücük bir coğrafyayı bütün dünya canlı canlı izliyor ve dünyanın süper güçleri bütün güçleriyle buraya çullanıyor.
Tepkiler yok mu? Elbette var. Duygularıyla yaratılmış insanoğlunun bu tepkisi yeterli mi? Asla ve kata... İşte Siyonizm’in eliyle inşa edilmiş ve İslam aleminin çoğunu da bu boya ile boyamış Batı Uygarlığı, bu zulmü ayakta ve kesintisiz alkışlıyor. Bilim ve teknolojide hiç bu kadar ilerlememiş olan tarih ve insanlık hiç bu kadar vahşi de olmamıştır.
İşin en can alıcı kısmı ise bunun bir din savaşı olması. Siyonist Yahudiler Nil ile Fırat arasının kendilerine Allah tarafından verildiğine inanıyor ve üstün ırk olarak buraları almanın dini bir vecibe olduğuna inanıyorlar. Evanjelist Hristiyanlar’ı da Siyonizm’in bu topraklara sahip olmadan İsa’nın gelmeyeceğine inandırmışlar. Dolayısıyla her iki din de dini bir vecibeyi yerine getirmek için buralarda bin yıllardır yaşayan Müslümanları yok etmek gerektiğine inanmış ve bunu teknolojik üstünlüklerini de kullanarak icra ediyorlar. Bu icranın adı dün Kudüs, Kahire, Mekke, Umman, Şam idi. Bugün Gazze, Beyrut, Yemen ve Tahran’dır. Yarın sıranın kime geleceği de besbelli.
Dolayısıyla tarih, bu eşsiz zulmü ve zalimi sansürsüz, fakatsız, amasız alkışlayan bir uygarlığı daha fazla taşıyacak bir mecale ve pratiğe sahip değildir. Batı uygarlığı daha yüz yılını doldurmadı ve büyük bir kırılmaya gebe gibidir. Bu kırılma elbette çok büyük yıkımlar getirecektir. Ama zaten bütün medeniyetler yıkılan çürük sistemler üzerine inşa edilmemiş mi. Ya da pasifliğimiz, tarihin bu kırılma noktasında zulmün ömrünü bir yüzyıl daha uzatacaktır.
Bu bağlamda bir kırılmaya halihazırda öncülük edecek ve bu yükü yüklenecek İran'dan başka ülke yok gibi. İran da böylesi bir hamlede düşmandan çok İslam aleminden darbe alacağını biliyor, o nedenle tutuk ve tedirgin davranıyor. Bir başına Siyonist Uygarlıkla baş etmesi de mümkün değildir. İran’ı zayıflatmak için Hristiyan, Yahudi ve bir kısım Sünni İslam alemi el ele vermiş gibi. Türkiye biraz daha dengeli davranıyorsa da Batı Uygarlığından kopmayı göze alamıyor. İki tarafı idare politikası güdüyor. Ancak Savaş kapıya dayandığında çok geç olabilir. Böylesi zamanlarda geç kalınmışlıkların telafisi yoktur.