Bir içkili mekanda “istek şarkısı” tartışmasının kavgaya dönüşmesi sonrasında alkol almış kişiler, kendilerinden beklendiği gibi birbirlerine öldürücü darbeler vurmuşlar.
Mekanın şarkıcısı “içki şişesinin” boğazını kesmesi sonucu hayatını kaybetmiş.
Alkol alıp kavga eden taraflardan şarkıcıyı öldürenlerin resmi kurumlarda çalıştıkları ortaya çıkmış.
“Bütün kötülüklerin anası” olan içkinin hiç suçu yokmuş gibi, bu tip mekanlarda sürekli böyle olaylar olmuyormuş gibi, birileri “başka yerde suçlu arama telaşına düşmüş.
Orhan Aydın adında “tiyatrocu” olduğu söylenen biri yazmış:
“Ankara'da kendisinden istenen şarkıyı bilmediğini söylediği için, önce barda saldırıya uğramış. Sonra üç şerefsiz bar çıkışında sıkıştırarak kırdıkları şişelerle müzisyen Onur Şener'e saldırarak katletmişler.
Bu cinayetin sorumlusu AKP ve onun çete düzenidir.”
Elbette mevcut sistemi devam ettirdiği için AKP suçludur; ama asıl suçlu, alkole ideolojik yaklaşıp ibadet bilinciyle savunanlar, AB ülkelerinde uygulanan kısıtlamalar getirilmeye çalışıldığında tepki olarak “içkilerinizi alın ve meydanda toplanıp içerek protesto edin” diyenler değil mi?
Bir de önce parlayıp sonra adım adım gerileyenler vardı.
Bununla ilgili “sanatçı” olduğu söylenen Haluk Levent ise önce şunu yazdı:
“Şimdi Ahbaplar bildirdi.
Katillerden ikisi Çalışma Bakanlığında müfettiş, bir tanesi TAI da çalışıyor.
Daha da şoktayım.
Onur’un yüzünü bardaklarla parçalamışlar.”
Katillere ideolojik bir kimlik vermeye çalışmış çok olurken; ama çabuk geri vitese takmış.
Birdenbire cinayete ismi karışanların hükümete yakın olmadıklarını, olayın içkili mekanda vuku bulduğunu hatırlamış. Ve bu yeni bilgi üslubuna yansımış:
“Katil’in sağcısı, solcusu, dindarı, dinsizi, seküleri olmaz. Katil katildir. Onur kardeşimiz katledildi. Henüz ayrıntılar ortaya çıkmadan sanıkları bir politik kimliğe büründürmemek gerek! Tek gerçek var. Müzisyenler bu sorunla hep karşı karşıya maalesef.”
Şok olmuş ve o şokun etkisiyle bir vahşet tablosu çizmiş ve “katilleri” hedef almıştı ya…
Ya birileri bundan yola çıkıp alkolün ve alkol tüketilen mekanların aleyhine konuşursa diye “geri geri” ilerlemeye devam etmiş.
Birdenbire aklına “hukuk” gelmiş:
“Burada kendimi eleştirmek istiyorum izninizle. Her ne kadar görgü tanıkları doğrulasa da kanuna göre sanık şüpheliye “katil” demek doğru değil. Hukukçu arkadaşlarım uyardı. “Katil şüphelisi” yazmalıymışım. Doğrudur. Bağışlayın.”
Öyle ya daha önce de alkollü araç kullanırken bir ailenin tümünün katili olan bir sanatçı vardı ve cezaevine girmemek için bir dünya fırıldak çevirmişti. Cezaevine girmiş; ama üç kişinin katili olarak birkaç yıl kalıp çıkmıştı. Nedense Haluk Levent, bir sanatçının alkollü iken işlediği cinayet karşısında, bir ailenin yok olması karşısında dehşete düşmemişti.
Cumhuriyet’te akademik unvanı da bulunan, çok bilmiş sosyolog pozlarıyla analizler yapan; ama jakoben zihniyetinden dolayı despotik dönemlerin baskılarını bile özgürlükçülük diye pazarlayabilen Emre Kongar adında biri var.
Batılı birkaç sosyolojik kavram kullanıp toplumsal analizler yaptığını sanıyor.
O da girmiş “alkollü mekanda öldürülen sanatçı” meselesine.
“Yüreğimiz sanatçı Onur Şener’in katledilmesi ile dağlandı:
Bütün ülke bu cinayete ağlıyor!
Lanet olsun o katillere, o katilleri yaratan siyasal iklime ve onları koşullayanlara!”
Epistemoloji ve ontoloji kavramlarıyla devam etmiş:
“Epistemoloji bilgi felsefesidir. Bilgi bilimi de diyebilirsiniz.
Ontoloji, varlık felsefesi ya da varlıkbilim demektir.
(İktidarın pek sevdiği ve sık sık kullandığı “Beka sorunu” lafı da felsefi anlamda ontolojik bir ifadedir.)
Türkiye bu iktidarın yönetiminde bilgi felsefesi, bilgi bilimi demek olan epistemoloji sorunlarını geride bıraktı...
İktidarın bilime, gerçeğe, hukuka ve mantığa uygun davranmadığı artık öğrenildi.
Vatandaşlar bugünlerde en ilkel varoluş sorunlarıyla boğuşuyorlar:
Özgürlüklerini ve hayatlarını, yani varlıklarını korumaya çalışıyor, ontolojik sorunlarla boğuşuyorlar.”
Evet, itiraf ediyorum ki, şaşkınım!
Öcalan’ın avukat görüşmelerini okurken Hegel ve Marks’ın nasıl tepetaklak olduğunu görmüş ve diyalektik çözümlemelerin dehşetine kapılmıştım.
Aydınlanma sonrası Batı felsefesi ekolojik çıkarımların etkisiyle durmadan “Bilimsel sosyalizm”den tokatlar yiyordu.
Başbakan ve 2 bakanın idam edildiği 27 Mayıs darbesi sonrası hazırlanan anayasa için “Demokratik devrim” diyen ve 3 idamın bu devrimi gölgelediğini iddia eden biridir Kongar.
Öcalan gibi Urfa’dan çıkmış biri değildir Kongar ve o yüzden de Marks ve Engels’e cevap vermek yerine daha ileri gider, ontolojinin alanına fizik, metafizik, ekonomi, ergonomi ve yargısal sapmaları da ekler.
Herhalde Sokrat görse kendini konuşmaya kapatır, Eflatun üzerindeki tek parça elbiseyi bırakıp kafasında bir huni ile sokağa çıkardı.
O kadar yani.
YASAL VE ANAYASAL
Kılıçdaroğlu, “başörtüsüne yasal güvence” açıklaması yaparak Erdoğan’ı sıkıştırmayı düşündü.
Öyle ya eğer hükümet kabul ederse Kılıçdaroğlu bunu siyasi ranta dönüştürür ve sorunu kendisinin çözdüğünü iddia ederdi.
Nitekim Devlet Bahçeli Kılıçdaroğlu’nu samimiyetsizlikle suçladı ve kapıyı kapattı.
Birçok kişi Erdoğan’ın da benzer yönde açıklama yapmasını ve böylece ofsaytta kalmasını beklerken beklenmedik bir gelişme oldu.
Erdoğan meydan okudu:
“Madem bu konuyu kendisi gündeme getirdi. Öyleyse biz daha öte bir teklifle mukabele edelim. Eğer dürüstse, bu zat gençlerimizin en büyük hassasiyetleri olan özgürlük alanlarından biri olan bu meselenin arkasındaysa gelin çözümü yasa değil Anayasa düzeyinde sağlayalım.
Böylece CHP'ye üzerindeki utanç lekelerinden birinden kurtulma fırsatını sunmuş olacağız.”
CHP çevrelerinde zaten Kılıçdaroğlu’nun açıklaması hazmedilemezken, şimdi Erdoğan’ın teklifi karşısında iyice köşeye sıkıştılar.
Konu gündemden düşmüşken yeniden hatırlatmak aynı zamanda eski baskıları da gün yüzüne çıkaracak.
Bazıları tehlikenin farkına vardı.
Merdan Yanardağ'ın konuya ilişkin açıklamaları şöyle:
"Bildiğim kadarıyla Türkiye'de bu sorun çözülmüştü. Şu anda türban yasağının bulunduğu herhangi bir kamu kuruluşu yok. Bunlar genellikle kıyafet yönetmeliklerini ya da Meclis'te olduğu gibi iç tüzüklerini değiştirerek, kamu kuruluşu ise kıyafet yönetmeliğini değiştirerek mesela Milli Savunma Bakanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde olduğu gibi serbest bıraktılar. Şu anda poliste, yargıda, TSK'da türban var mı? Var. Peki neden Kılıçdaroğlu böyle bir hamle yaptı?
Sayın Kılıçdaroğlu'nun bu çıkışıyla geçmişte devletin yaptığı bütün hataları kabul etti. Bu çok vahim bir hata çok vahim.”
Çok vahim elbette…
İkna odaları gündeme gelecek, 70 yaşındaki kadının fotoğrafı örtülü diye muayene edilmemesi gündeme gelecek, örtülü annelerin yemin törenlerine alınmadığı, kamusal alan diye bir putun icad edildiği günler gündeme gelecek.
Evet, çok vahim!
Kılıçdaroğlu geri pas verirken yine kendi kalesinde gol görecek gibi.
MUSTAFA KEMAL’İN MEMURU
Çankaya Belediyesi’nde çalışan Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanı Tezcan Karakuş Candan hakkında, “işe gitmeden maaş aldığı, haksız kazanç sağladığı” gerekçesiyle yapılan şikayet üzerine İçişleri Bakanlığı tarafından, “memurluktan atılması” için soruşturma başlatılmıştı.
Soruşturma kapsamında Tezcan'ın, Çankaya Belediyesi'ne 7 yılda sadece 60 gün işe gittiği ortaya çıkmıştı.
Soruşturma bitti ve Candan'ın memuriyetten çıkartılma kararı resmen tebliğ edildi.
Her şey ayan beyan ortadaydı; ama durmadan birilerini “bankamatik memurlarına” maaş ödemekle suçlayan kesimin seçkin örneklerinden biri olan Candan, meseleye başka yerden bakıyordu.
Candan, CHP'li Çankaya Belediyesi'nin önünde yaptığı açıklamada, “Bu hukuksuz karardan sonra yargı sürecimiz başlayacak. Bu ülkenin Cumhuriyet değerlerinin rantçılara kalmadığını bir kez daha göstereceğiz. Bugünden itibaren devlet memuru değilim. Bugünden itibaren, yeminini ettiğim Mustafa Kemal’in memuruyum” dedi.
Laik, Kemalist ve sosyal demokrat olduğu için işe gitmeden maaş almayı hak olarak görüyor olmalı ki, işten çıkarılmasına “Hukuksuz karar” diyor.
Farklı bir dünya, farklı bir boyut ve biz anlamakta zorlanıyoruz.
Sorular kurcalıyor kafamızı…
Devlet memuru iken “çalışmadan” 7 yıl maaş aldı.
Şimdi…
Mustafa Kemal’in memuru olarak ne yapacak?
Mustafa Kemal devlet mi yoksa “özel sektör” mü?
Çalışmadan maaş almaya alıştığı için sadece konuşacak mı?
Mustafa Kemal memuru olarak ona maaşı kim verecek?