Yakın bir döneme kadar, Türkiye ve Batı arasındaki ilişkilerde topluma hep dostluk fotoğrafları sunulurdu. Türkiye’ye gelen Batılı liderler, şaşalı törenlerle karşılanır; Türkiye’den Batı’ya yapılan ziyaretler günlerce servis edilirdi.
Son on yılda bu tablodan epey ayrışan bir Türkiye-Batı ilişkisi ile karşı karşıyayız. Yeni tablonun rengi, hâlâ fırçalar almaya devam ediyor. Ama geçmişin sütliman tablosunun yerini gergin bir tabloya bıraktığı da açık.
Batı’dan Türkiye’ye yapılan üst düzey ziyaretler epey azaldı ve Alman şansölyesi bile basın önünde azar işitebiliyor. Türkiye’den karşı ziyaretler de seyrekleşirken neredeyse bütün ziyaretlerde gerginlikler yaşanıyor.
Geçmişin Türkiye’si Batı’yı stratejik müttefik olarak görüyordu. O günlerin Batı’sı ise Türkiye’yi Mustafa Kemal’in çizdiği yol üzerinde kendi tabisi olarak tanımlama eğilimindeydi. Türkiye, artık Batı için stratejik ortak vurgusu yapmıyor. Aksine her fırsatta Batı’nın kendisine ve diğer ülkelere yönelik politikalarını eleştiriyor. Batı da Türkiye ile ilgili kaygılarını Mustafa Kemal’in yolundan sapma, Batı ekseninden gittikçe çıkma yönünde söylemi etrafında dile getiriyor. Ortada bir güvensizlik söz konusu ve bunun nereye varacağı meçhul.
Analizimizde bu bağlamda Türkiye-Batı ilişkilerini değerlendireceğiz.
GALİBİYETTEN MAĞLUBİYETE BATI İLE İLİŞKİLER
Devletler arasındaki ilişkiler tarihten bağımsız değildir, bağımsız da olamaz. Hele söz konusu aklını tamamen tarihten devşirme eğilimindeki Batı olduğunda tarihe bakılmadan bugün anlaşılamaz.
Türkiye-Batı ilişkileri tarihsel bağlamda, galibiyet ve mağlubiyet dönemleri diye sınıflandırılarak incelenebilir.
Galibiyet dönemleri Türkiye-Batı ilişkileri, ta Büyük Selçuklu günlerine, Tuğrul Bey’e kadar gider. O günlerde Büyük Selçuklu Devleti ile Batı arasında Bizans vardı ve Bizans, doğuda yaşananları bir şekilde Batı’ya taşıyordu.
Tuğrul Bey, İstanbul’da inşa edilen fetih öncesi tek mescitte hutbenin Bizans müttefiki Fâtımîler yerine Abbâsî Halifesi adına okunmasını talep etmiş ve Bizans da bunu kabullenmek zorunda kalmıştır.
1071 Malazgirt Zaferi’yle bu ilişkiler yeni bir boyuta ulaştı: Bizans, Büyük Selçuklu karşısında yenildi: Selçuklular, bu yenilgiden sonra İstanbul’un yanı başındaki İznik’i başkent edindiler. Bunu varlığı için tehdit gören Ortodoks Bizans, Katolik Batı’dan yardım diledi ve bunun üzerine Haçlı Seferleri başladı. Bizans’ın çağrısının karşılık bulmasının en önemli yönü ise doğudan gelen tehdide karşı Batı’nın bütün unsurları ile ittifak kurarak harekete geçebilmesidir. Buna karşılık doğuda aynı ittifakın inşa edilememesidir. Bu, tarih boyunca İslam dünyası ile Hıristiyan Batı arasında güç dengeleri noktasında bir zafiyete yol açmıştır.
Batılılar, ilk kez Haçlı Seferleri sırasında Anadolu için Türkiye dediler; yüzyıllar boyu bu ismi kullandılar ve Osmanlı’yı dağıtıp Anadolu’da yeni bir devletin varlığına ikna olduklarında Lozan Antlaşması ile Türkiye ismini seçtiler.
Osmanlı günleri, Osmanlı’nın Bizans’la çatışmaları bir yana Süleyman Paşa’nın 1352’de Trakya’ya geçip Gelibolu çevresini kendisine üs edinmesiyle başladı. Osmanlı, o süreçten sonra Batı aleyhine sürekli genişledi, 1453’te İstanbul’u fethederek Bizans engelini ortadan kaldırdı. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethiyle sadece İstanbul’u almadı, yüzyıllardır Katolik Batı ile sorun yaşayan Ortodoks Hıristiyanlığı da himaye altına alıp Batı’ya karşı müttefik bir kuvvete dönüştürdü.
Fatih, Ortodoksluğu bu şekilde kontrol ettikten sonra Katolikliğin başkenti Roma çevresine yöneldi. Ordusu oralarda da fetihler gerçekleştiriyordu ama Katolikliğin başşehrini almaya ömrü vefa etmedi.
Fatih sonrasında Batı, Osmanlı’ya karşı avantajlar sağlamış görünse de torunu Yavuz Sultan Selim’in Arabistan ve Kuzey Afrika fetihleriyle birlikte doğunun yeni gücü Safevi Devleti’ni durdurması Osmanlı’yı yeniden Batı için kapıda bekleyen fetihçi düşman konumuna çıkardı. Osmanlı’nın akıncıları Kanuni Sultan Süleyman günlerinde artık Macar Ovası’ndaydılar ve Katolik Batı’yı fetih için gün sayıyorlardı.
Bu galibiyet dönemi Viyana kuşatmaları ile tersine döndü, Osmanlı Viyana’yı aşamayınca Katolik Avrupa’nın fethi planları akamete uğradı. Batı da süreç içinde kendini yenileyerek modern sürece geçti.
Modern Avrupa’nın Osmanlı karşısında önemli iki avantajı vardı: Ortodoksluğun Rusya’da güç bulması ve yine Ortodoks kökenli olan Yunan milliyetçiliği.
Osmanlı, doğuda Safevileri bir türlü ikna edemezken Batı, Ortodoks Rusya’nın kuzeyden Osmanlı üzerine hamleler gerçekleştirmesini âdeta kendi kurtuluşunun garantisi gibi gördü. Bununla birlikte Yunan milliyetçiliğini teşvik ederek Osmanlı üzerine saldı.
19. yüzyıla girilirken Osmanlı’nın Doğu Avrupa’daki kanatları da güçlenen Rusya tarafından kırılmıştı. Buna rağmen Osmanlı hâlâ güçlü sayılırdı. Çünkü o yüzyıla kadar Batı, Osmanlı içlerine hiç sirayet edememişti.
Batı’nın Osmanlı içinde ulaşabileceği kitle, Ortodoks Hıristiyan ve Yahudilerdi her iki kitle de Osmanlı’ya henüz sadakat gösteriyorlardı. Batı, Ortodoks Hıristiyanları kendine bağlamak için başta Doğu Akdeniz’de olmak üzere Katolikleştirme ve Protestanlaştırma çalışmaları yaptıysa da hep başarısız oldu. Ne yazık ki Batı’nın imdadına milliyetçilik yetişti.
Başta Fransız aydınları olmak üzere yeni Batılılar, Ortodoks Yunanlıları milliyetçilik üzerinden etkilemeyi ve Yunanlıları 19. Yüzyılın ikinci çeyreğinde Mora Yarımadası’nda Osmanlı’dan ayırmayı başardılar.
Batı, o günden sonra milliyetçiliği Osmanlı’yı yıkacak güç olarak gördü. Önce Bulgar milliyetçiliği gibi gayrimüslim azınlıkların milliyetçiliğini örgütledi, sonra Müslümanlar arasında milliyetçiliği yaymaya çalıştı. Diğer Müslüman unsurlara ulaşma imkânı bulamayınca devleti idare eden Türklere ulaştı ve onları milliyetçilik ağlarına almaya başladı.
Batı’nın bu süreçte Osmanlı içine örgütlenme imkânı bulmasına sağlayan bir unsur daha vardı. Batı’da başta İngiltere olmak üzere iktidarı ele geçiren veya iktidarlara ortak olan muhtedi Yahudiler. Avrupa’da Yahudi kimlikleri ile iktidarı ele geçiremeyeceklerini anlayan Yahudiler, “Hıristiyan olduk” numarasıyla bürokrasi ve siyasette hızla yükseldiler. Tuttuğunu görünce aynı numarayı Osmanlı’ya da oyandılar. Böylece ilk kez Yahudiler, muhtedi Yahudi olarak Osmanlı’nın kalbine yerleşmeye başladılar.
Bu, Osmanlı için yıkılış sürecinin tescillenmesidir. O güne kadar kendisini sahte/münafık mühtedilerin sızmalarına karşı özenle korumuş olan Osmanlı, bir anda sahte mühtedilerine istilasına uğradı. O mühtediler, İngiltere, Rusya ve diğer ülkelerdeki dindaşları ile ittifak içinde Osmanlı’yı çökertecek sürece taşıdılar. En büyük olanakları ise hiç kuşkusuz etnik kimliği karışık pek çok kimseyi Türk milliyetçisi olarak yetiştirebilmeleriydi. Osmanlı, bir ümmet devletiydi, milliyetçilik tereddütsüz onun yıkımı demekti. Mühtediler, bunun farkındaydılar ve yıkıcı unsur olarak milliyetçi simalar yetiştirdiler. Bu, zamanla tepki doğuracak; başta Arnavutlar ve kimi Arap unsurlar olmak üzere pek çok etnik yapının milliyetçi söylemlerle ayrılık isteğine dönüşecektir.
19. yüzyılın üçüncü çeyreğine gelindiğinde Osmanlı’nı sadrazamları bile Batı’dan bağımsız seçilemiyordu. Batı, Osmanlı’yı ilk fırsatta öldüreceği, o fırsatı yakalamazsa ölmesini sabırsızlıkla bekleyeceği “hasta adam” gözüyle bakıyordu. Ama yüzyılın son çeyreğinde karşılarına hiç ummadıkları Sultan Abdülhamid engeli çıktı. Ne var ki Sultan, fazlasıyla dirayetli olsa da sahte mühtedi sızmalarını ve milliyetçilik zehirlerini kontrol altına alamadı.
TAM BAĞIMLILIK DÖNEMİ
20. yüzyılın başında Sultan Abdülhamid’in devrilmesiyle ipler İttihat ve Terakki’nin maharetiyle tamamen Batı’nın eline geçti. İttihat ve Terakki, devleti şuursuzca Birinci Dünya Savaşı’na sokunca Osmanlı tarihe karıştı.
Bu tarihe karışma sürecinde, Osmanlı’da etkili üç fikir grubu vardı: İslamcılar, Türkçüler ve Batıcılar. I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından kurulan yeni devlette İslamcılar, bütün unsurları ile tasfiye edilirken Türkçülerin Turancı kısımları kısmen tasfiye edildi, zayıf bir grup olan Anadolu Türkçüleri ise iktidara ortak edildi. Ama aslında Batıcılarla Anadolu Türkçüleri arasındaki yakınlaşma henüz Osmanlı dağılmadan başlamıştı.
O günlerin en gölgeli kısmı da orayla alakalı: Nasıl oluyordu da tabii olarak bağımsızlıktan yana olması gereken Türkçülerle yine doğal olarak dış güçlerle irtibatlı Batıcılar aynı çatı altında buluşuyor, aynı hedefler için çalışıyorlardı?
Anlaşıldığı kadarıyla iki grup henüz Osmanlı günlerinde aynı simalar tarafından, sahte mühtedi Yahudiler ve onların Masonları tarafından ilişkili-farklı iki görünüm olarak örgütlenmişlerdi. Bu örgütlenmeyle aralarında muazzam bir bağ kurulmuş ve ikiz kardeşler gibi İslâmî kesim üzerine salınmışlardı.
İki gruba göre katbekat çoğunluğa sahip olan fakat talihsizce iki grubun onda biri kadar dahi örgütlü olmayan İslâmî çevreler, Sünnetüllah’ın birlikte hareket edenlerden yana olmasıyla kaybettiler. Bir daha toparlanmaları onlarca yıllarını aldı.
Cumhuriyet günleri, Lozan üzerinden adı dahil, istisnasız bütün yönleri ile milliyetçi bir görünüm içinde ama sonuna kadar Batı’ya bağımlı esaslar üzerinde inşa edildi. Türkçülüğü esas edindiğini öne süren devlet, Batı’dan bile daha Batıcıydı. Batı’nın kutsallarını kendi öz kutsalı olarak gördü, ona muhalefet edenleri gözünü kırpmadan tasfiye etti.
Bu mutlak bağımlılık sürecini Adnan Menderes’in hayatına mal olan atakları ama nihayetinde 1960’lı ve 70’li yıllara damgasını vuran Kıbrıs Sorunu sorgulattı. 28 Şubat ise o süreçte geri dönülmez bir kırılmaya yol açtı. Devletin içindeki milliyetçi ve hatta ulusalcı bir grup, Batı’nın yaşlanmasına rağmen, Batı’ya giden yolu tek yol bilen bir Türkiye ile ilişkilerde kapıkulluğu dışında herhangi bir ilişkiyi kabul etmediğini bizzat yaşayarak gördü. Batı’dan, henüz palazlanan Rusya’ya ve dünyadaki yeni emperyalist iktidar unsuru Çin’e sığınma yönünde bir stratejiye meyletti. Ama uç laik ve ırkçı yapısıyla bu kez de İslâmî kesimlerin keskin muhalefetiyle karşılaştı. Son 10-12 yılda ise o yapı, isteyerek veya istemeyerek dindar kesimlerin Batı’dan bağımsızlaşma eğilimlerine yöneldi.
Batı; ABD’nin öncülüğünde, buna karşı önceden yaptığı bir hazırlıkla, kendisine bağlı Batıcı unsurları bütün yapılarıyla yeniden örgütleme yoluna gitti. Ancak keskin Batıcılar yıpranmış ve dağılmışlardı, bunun için yanlarına kendisiyle çalışan, dindar kimlikli bir yapıyı koymayı başardı. O yapı ise 15 Temmuz’da fena bir yenilgi yaşadı.
15 Temmuz yenilgisinden sonra Batı, tekrar kendi müttefiklerini örgütlerken henüz Bill Clinton günlerinden bu yana devşirdiği, Batı karşıtı görünen yeni Batıcıları sürece kattı. Ayrı bir analizin konusu olan bu yeni Batıcılar, geçmişte İslâmî bir kimlikle görünmüş bazı sözde aydınlardı. İstanbul Sözleşmesi’ne tereddütsüz arka çıkmakla kimliklerini ifşa eden bu aydınlarla, ABD kontrolünden çıkmamış milliyetçiler, Batı’nın Türkiye içindeki son cephesinin iktidar kıvamına gelmesi için en mühim umududurlar.
Göründüğü kadarıyla ABD önderliğindeki Batı, laiklik duyarlılığında buluşturduğu Türk ve Kürt solunun yanında kontrolden çıkmamış milliyetçilerle bu devşirme diyebileceğimiz yeni Batıcıları yanında tutabilirse önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanıp süreci yeniden lehine çevirebileceğini düşünüyor. Elindeki bütün araçları bu yönde kullanmaktan çekinmiyor.
Lâkin hiçbir şey öyle kolay yol almıyor. Zira genç İslam dünyasında manipülasyonlar bazı politik sonuçlar almaya yarasa da artık bağımlı yapıların halk desteği alması zor görünüyor. İslam dünyasında bağımsızlıkçı akımlar, geleceğin en büyük akımları olarak beliriyor. Bu akımların baş kusuru ise henüz halkı daha çok kendilerine yönlendirecek sosyal politikalar geliştirememeleri ve kendilerini kimi noktalarda milliyetçi tezlerin Batılı boyunduruğundan kurtaramamalarıdır.