Kasım ayı, Türkiye`de din-devlet ilişkilerinde “devrimler” ayı olarak biliniyor. Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839`da ilan edildi. Şapka Kanunu 28 Kasım; Türbe ve Tekkelerin Kapatılması Kanunu 30 Kasım 1925`te yürürlüğe girdi. Kur`an-ı Kerim alfabesi, 1 Kasım 1928`de yasaklandı.
Din, tarih boyunca devletler için toplum nezdinde en önemli meşruiyet kaynağıdır.
Halk, yüzyıllar boyunca devletin meşruiyetini sorgularken devletin dinle ilişkisine bakmış. Çünkü din, toplumun güvencesidir; devletin dilediği gibi davranmaması; devleti yönetenlerin toplumu kendisine kul etmemesinin önündeki en büyük engeldir. Toplum, dine bakarak devletin, kendisine yönelik tutumunu tahmin edebilmiş. Dinin çizdiği sınırlarla devletin kendi haklarını elinden alma tehdidinin bertaraf olacağını düşünmüş.
Toplum, bunun için devletin dinden uzaklaşmasından korku duymuş, devletin dinden uzaklaşmasını bugünü ve geleceği için felaket görmüş, devletin dinden uzaklaşmasını hiçbir zaman içine sindirememiş.
Tanzimat Fermanı`nın üzerinden 173 yıl geçti. O günden bugüne devleti dinden uzaklaştıranlar, bu girişimlerinin toplumu mutlu edeceğini iddia ettiler. Oysa o günden bu yana toplumsal mutluluk hiçbir zaman sağlanamadı.
Toplum, dinden uzaklaşmanın, kendisi için ilahi bir felakete yol açacağına inandı. Dinden uzaklaşma girişimlerinin ardından kıtlık, deprem bekledi. 1940`lı yılların kıtlığını o yıllardan önce yapılanlara, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremini de 28 Şubat sürecinde gerçekleştirilenlere bağladı. Ama sadece bu değil. Toplum, dinden uzaklaşmanın sosyal bir felakete yol açacağını da bildi. Neredeyse iki yüz yıldır. İslam dünyasında bir sosyal bunalım var. Bu bir yönüyle belirsizlik bunalımdır; bugün mutlu olmadığı gibi geleceğini de görememe bunalımıdır. Din kaydı, devletin üzerinden kalktıkça toplum, kendisinin değil devletin serbestleşeceğini, devleti yöneten elit sınıfın kendisine karşı tutumunda özgürleşeceğini düşünüyor.
Din; canı, aklı, malı, nesli güvenceye alıyor. Güçlünün, güçsüzün sınırlarını aşmasını engelliyor. Sadece bireylerde iç huzur oluşturmuyor. Etrafında buluşulan, üzerinde zımmen anlaşılan bir ortak değer, bir toplumsal sözleşme olarak aynı zamanda toplumsal huzuru sağlıyor.
Din, güçlü-güçsüz, yoksul-zengin herkesi bir şemsiye altında korumaya alıyor, bu koruma kalktığında toplum, kendisini mutsuzlaştıracak her tür girişime açık hissediyor.
İslam dünyasında toplumu dinden uzaklaştırmak isteyen bütün güçler, bir toplumsal mutluluk vadettiler.
Oysa;
Dinden uzak bir toplum, sarhoşu çok bir toplum demektir.
Dinden uzak bir toplum, hırsızı, soyguncusu, rüşvetçisi çok bir toplum demektir.
Dinden uzak bir toplum, soyu belirsizlerin çok olduğu bir toplum demektir.
Dinden uzak bir toplum, zalimi, despotu çok bir toplum demektir.
Bunun için İslam dünyası dinden uzaklaştıkça mutsuzlaştı. İlerleyen her toplum sevinirken Müslüman sözde ilerledikçe “Ah” dedi.
Yoksa bugünün Arapları dünün Araplarından daha mı hürdür, daha mı mutludur?
Cemal Abdülnasırlar, Habib Burgibalar, Hafız Esadlar, Saddamlar, Kaddafiler onlara İslam`dan uzaklaşıp, ulusal sosyalizme geçtikçe dünyanın en mutlu toplumları olacaklarını söylememişler miydi?
Arnavutlar, Endonezyalılar, Malezyalılar dinden uzaklaşmayı denediklerinde kendilerini ağır bir toplumsal kargaşanın içinde görmediler mi?
Orta Asya Türkleri dinden uzaklaşınca Ruslara eşit düşmediler mi?
İSLAM`A DÜŞMANLIK EMPERYALİZME HİZMETTİR
Din, dinsiz oldukları için onun değerini bilmeyenlerin sandıkları gibi soyut bir şey değil; din, hayatın ta kendisidir. Dinden uzaklaşmak, bir tür yarım ölümdür, vücudunun yarısı ölü, diğer yarısı canlı biri ne acı çekerse dinden uzaklaşan toplumlar da o acıyı çeker. Ve bugün dinden uzaklaşan toplumlar o acıyı çekiyor, o toplumlardan o yarı ölülerin ahları işitiliyor.
Batı`nın dinden uzaklaşması, toplumun kilise kulluğundan başka kulların kulluğuna geçmesi gibidir. Neticede ikisi de kula kulluk olduğu için, toplum bu geçiş sırasında ağır bir acı hissetmemiş; aksine artık yönetime katıldığı için kendi kendisine acı veren birinin daha az acı hissetmesi gibi, geçmişe göre belki daha az acı hissetmiş.
İslam dünyasında dinden uzaklaşma, Allah`a kulluktan kula kulluğa geçiştir, bunun için İslam dünyası, dinden uzaklaştığı her noktada kendisini diktatörlerin dipçikleri altında gördü, kendilerini, diktatörlüğe soyunan sözde insanların işkencehanelerinde buldu, diktatörlerin maskarası oldu. Burgiba, Saddam, Kaddafi ve diğerleri hepsinin ortak niteliği, halklarına sadece doğrudan işkence etmeleri değil, aynı zamanda halkları ile alay etmekten keyif almalarıydı. Toplum, onlar için, azarlanacak, gülünecek canlı bir oyuncaktı.
Başkalarının dinden uzaklaşması, onların patronlarını değiştirmeleri gibidir; İslam dünyasının dinden uzaklaşması ise sadece kulun kula kul olması girişimi değil, aynı zamanda emperyalist güçlere kul olma girişimidir. Dinden uzaklaşan İslam dünyasının zararı bir değil, ikidir; hem manevi hem maddidir.
İslam dünyası, dinden uzaklaştıkça emperyalizmin politikalarına, siyasi oyunlarına, doğrudan ve dolaylı sömürgeciliğine, bedenen ve aklen köleleştirme işlemine açık hale geldi. Bugün, Fransa`da, İtalya`da Cezayirli, Faslı Müslüman kökenli kadınlar, kimi yerde parlamento üyesi hatta bakan yapılarak emperyalist patronların oyuncağına dönüştürülüyor.
İslam halkları, çok acı çektiler ama dindar oldukları sürece asla kendi kızlarını Hıristiyan ve Yahudilerin saraylarında oyuncak olarak görme düşüklüğünü yaşamadılar.
Bugün İslam gençleri, “Sokak insanı” diye Batı ülkelerinde kirli işlerde kullanılıyor, aşağılanıyor. Müslümanlar çok acı çektiler ama dindar oldukları sürece hiçbir zaman gençlerini başka dinlerin sokaklarında aşağılanır görmediler, bu zillete hiç düşmediler. Dinden uzaklaşmak Müslümanları “Efendi” yapacaktı; onları rezil etti.
Muhammed Kutup, “Çağdaş Fikir Akımları” adlı eserinde Batılı düşünürlerden şu alıntıları yapıyor: “Avusturalyalı çağdaş oryantalist Von Gronebaum, Modern İslam adlı eserinde şöyle demektedir: “Müslümanların Batılılaşmasını engelleyen, onun kendi imanından kaynaklanan yücelik, üstünlük duygusudur. O bakımdan batılılaşma işleminin tamamlanması için bu engelin yok edilmesi kaçınılmazdır.” Toynbee, İslam Batı ve İstikbâl adı altında vermiş olduğu bir konferansta “Bizim geleneksel Müslüman Türkü sevmediğimiz kesindir. Bu geleneksel Türk, bize zındık Avrupalılar olarak bakınca ve bizleri kendisi gibi yaratmadığı için Allah`a hamd edince gerçekten de bizim kinimiz harekete geçiyordu… Ve sonunda onun psikolojik silahını ortadan kaldırabildik ve onu taklitçi ve şu anda gözlerimizin önünde sıfırı tüketmiş olduğu devrimi yapmaya kalkışması için teşvik ettik”…
Her şeyden önce hareket taklitçidir ve tabi (Batıya itaat eden) durumundadır. Yaratıcı değildir. Bu bakımdan faraza başaracak olsalar bile insan ruhunda bulunan yaratıcı bir gücü faaliyete geçirecek yerde, taklitçi toplumlarda aletlerin ürettiği üretimlerin miktarını artırmaktan başka bir şey yapamayacaktır.”
Türkiye`de İslamî eğitimden uzaklaşıldığı günden bu yana bir tek büyük şair, bir tek Özgün mimar, bir tek gerçek sanat adamı yetişmedi diyenlerin bu sözleri okumasında yarar var: İslam`dan uzaklaşmak, bir tür toplumsal ölümdür; ölü, kısırdır; kısır olan için gerçek bir üretim asla söz konusu değildir. İslam`dan uzaklaşan bir İslam toplumunda taklit üzerinden maharetli doktorlar, maharetli mühendisler yetişebilir. Ama asla toplum önderleri yetişmez, hekimler yetişmez, büyük mimarlar yetişmez.
RESMÎ PİŞMANLIK
Türkiye`de Tanzimat sonrasında yapılan her yenilik “Devletin bekası ve toplumun refahı” için yapıldı. Oysa her yenilik Osmanlı`yı biraz daha küçülttü, toplumu biraz daha refahtan uzaklaştırdı.
Alfabenin değiştirilmesi, milletin başına şapkanın geçirilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması… Bunların her biri, Türkiye`nin çağdaş mutluluğa ulaşmasının “Büyük projesinin” birer basamağı olarak tanıtıldı. Bugün resmi törenlerde konuşanlar dahil, hiç kimse bu girişimleri gurur duya duya savunamıyor. Bunları yaparak şunu elde ettik, diyemiyor. Aksine bu girişimler, her yıl dönümünde, gerçekleştikleri günlerde yol açtıkları acılarla, kayıplarla, toplumsal kargaşayla konuşuluyor.
Harf değişikliği konusunda gazetelerde “Bir gecede cahil olduk” başlığı atılıyor. Şapka devriminden sonra asılarak şehid edilen İskilipli Mehmet Atıf Hoca`nın itibarı, yazılı metne dökülmemişse de mezarıyla ilgili girişimlerle iade edildi. Tekkelerin kapatılması hakkında “Sivil toplumumuz, o girişimle ağır bir darbe aldı” deniyor. Alevi dernekleri bile bu konuda yeniden düzenleme bekliyor.
Dünya, yeniden dine dönüyor; dinden uzaklaşma girişimleri sorgulanıyor, mahkum ediliyor; dinden uzaklaşma girişimine karşı din. Saygınlığı, büyüklüğü kabul ediliyor.
Bu, bir “Toplumsal pişmanlık”, bir “Toplumsal tövbe” değildir. Çünkü toplum, hiçbir zaman o girişimlerin yanında yer almadı, dinden uzaklaşma girişiminde zulme uğrayanların yanında yer almaya cesaret edemediği için kendisini hep suçladı.
Bu, bir “Resmî pişmanlık”tır, bir “Resmî tövbe”dir.
Bununla birlikte Türkiye`deki dönüşümün hâlâ gerçek bir dönüşüm olduğu söylenemez. Tanzimat`tan 1930`lu yıllara kadar yapılanlar, hep Batı`nın İslam dünyasında Müslümanları hizaya getirecek dipçikli yönetimler kurma isteği doğrultusunda yapıldı. Tanzimat`tan neredeyse yüz yıl sonra başlayan 1950 sonrası değişimleri de o günden bu yana Batı`nın “Özgürlük bağışı” anlayışıyla yapılıyor. Değişimin asıl patronu değişmemiş. Değişim, kaynağını hâlâ dışarıdan alıyor, meşruiyetini hâlâ dışarıda arıyor, başarı şansını hâlâ dışarının desteğine bağlıyor. Bunun için sağlıklı bir zemine oturmuyor. Mağdur İslamî kesimlerin içini rahatlatacak boyuta ulaşmıyor. Müslümanları tam anlamıyla mutlu etmiyor; onların zihninde “28 Şubat bitti mi?” sorusuna gönül rahatlığıyla bir “Evet” cevabı oluşturmuyor. Değişim, emperyalistlerin “Dinden biraz daha uzaklaşsın” dediği Şark`ta kendisini hissettirmiyor; emperyalistlerin bu isteğine oralarda direnenler hala “Acı çektirilecekler” sınırı içinde yer almaya devam ediyor.
Türkiye için, dinden uzaklaşma yılları gerçek anlamda kayıp yıllardır. Değişim, bu mantıkla devam etse kaybeden, bu topraklarda yaşayan herkes olacaktır.