Gönül isterdi ki Mısır, 1950`lerin başında sahip olduğu İhvan-ı Müslimin gücüne sahip olsun... Tahrir Meydanı`ndaki gösteriler, Şehid Abdulkadir Udeh gibi bir büyüğün cumhurbaşkanlığıyla neticelensin.
Gönül isterdi ki Tunus`ta 1980`lerin Nahda`sı bulunsun, Raşid el Gannuşi yurt dışından döner dönmez başkanlık makamına otursun…
Gönül isterdi ki Cezayir`de İslamî Selamet Cephesi 1990`ların başında olduğu kadar güçlü olsun. Abbasî Medenî yurt dışından davet edilsin, Cezayir`de sistem değişsin, İslam, hayatın bütün alanlarına hemen hakim olsun…
Ne var ki İslamî hareketler yedikleri dış ve iç darbelerle “yönetime hazır güç” olmaktan bir miktar uzaklaştı. Zulüm ve fitne, onların enerjilerini bir miktar tüketti.
Bugün, gösterilerden hemen sonra sadece Libya ve Yemen`de değil; İslami mücadelenin nispeten derli toplu olduğu Mısır, Tunus ve Cezayir`de de İslamî hareketler, hemen iş başına gelecek, diyemiyoruz.
Tunus ve Mısır`da başbakanlar değişti, yerlerine gelenler yine laik kesimlerden seçildi. İşin esasına değil ama “mevcut pratiğine” İslamî hareketlerin açık bir itirazı görünmüyor. Aksine olumlu yönde açıklamalar yapılıyor.
Çünkü, İslamî hareketlerin bu ülkelerde, fikri ifade ve örgütlenme hürriyetine ihtiyacı vardır. Şu an, en acil ihtiyaç budur.
İslamî hareketler, kendilerini ifade etme imkanı bulursa yıllardır yürütülen “Yalan ve İftira Kampanyaları” çökecek; halkın onlara güveni artacak.
İslamî hareketler, örgütlenme hürriyetine ulaşırsa ihtilafları aşacak; fertlere bölünen enerjisini toparlayacak ve en kısa sürede ülkelerinin her yanını organize edebilecek güce ulaşacaktır. Bunun ardından gelecek olan, iktidar olmaktır.
O halde bugün sorulacak olan, “Uluslar arası güçler, İslamî partilerin önünü açar mı?” gibi yersiz bir soru değildir.
İslamî partilerin önünü açmak uluslar arası güçleri aşar. Onlar kim ki Müslümanların önünü açacaklar? Ancak şartlar, uluslar arası güçleri İslamî hareketleri kabule zorlayabilir.
İslamî hareketlerin, İslam dünyasında ulaşmak istedikleri ilk hedef bu görünüyor. Bu, uluslar arası güçlerin oyununa gelmek değil, onları taviz vermeye zorlamaktır.
Tunus`ta Muhammed Gannuşi`nin istifaya zorlanıp yerine Beci Caid Essebsi`ye razı olunması; Mısır`da da Ahmed Şefik`in yerine İsam Şeref`in “olumlu” karşılanması burayla ilgilidir.
Bugüne kadar uluslar sistem, bu ülkelerin yöneticilerini, geçen yüzyılın ortalarında bu sınırlarını cetvelle belirlediği gibi bir şablon içinde belirliyordu. Ama bugün meydanlara kulak vermek durumunda kalıyor, tercihlerini zorluyor. Başka bir ifadeyle Müslüman halkın isteği, bir şekilde karşılık buluyor.
İslamî hareket ve yapılar “halkın isteğinin karşılık bulması” sürecinin devam etmesini istiyor. Çünkü karşılarında haşa Mekke müşrikleri yok, “aldatılmış, açlığa ve sefalete sürüklenmiş”, milliyetçilikle avutulmuş, İslamî hareketlere karşı kuşkuyla doldurulmuş bir Müslüman halk var.
Bu halkın kuşkularını izale etmek ve ona umut vermek, İslamî hareketlere düşüyor. İslamî hareketler bunun şuurunda. Ama bunun için fikri ifade ve örgütlenme hürriyeti gerekli.
“Uluslar arası güçler bu sürecin tamamlanmasına izin verir mi?” diye sormak gerekir. Bugüne kadar mertçe, cesurca böyle bir hürriyeti İslamî hareketler için hesapsız ön gören bir uluslar arası güç kuruluşu çıkmadı; bundan sonra da önüne ve arkasına şartlar eklemeden böyle açıklama duyulmayacaktır. Onlar, Müslümanların kendilerini ifade etmelerinden ve cemaat halinde bulunmalarından ölümden korkar gibi korkuyorlar.
Ama sorun değil. Çünkü kervan, bir kere yola çıktı, onu durdurmak sanıldığı kadar kolay değil. İslamî hareketler zayıflamışsa Batı da eskisi kadar muktedir Batı değil.
Müslümanlar, ihlaslı, planlı ve sabırlı olunca uluslar arası güçler daha çok şeye razı olacaklar. Belki uzakta olmayan bir günde Müslümanların, onların içişlerine müdahalesine bile… Allah (cc) her şeye kadirdir.